Başlamadan önce yazıdan derinleşmiş bir analiz beklentisi yerine siyasal mücadele başlıklarının öne çıkartılacağı bir çerçevenin murad edildiğini belirtmeliyim. Akademik ya da kurumsal bir kaygıya sahip olmayan bir dille, son zamanlardaki “Marksizm ve Hukuk” ilişkisinin cazibesine kapılmadan bir çerçeve sunmaya çalışacağım.
Sistem mi Rejim mi ?
Dönemin Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir konuşmasında “…Dolayısıyla yapılan, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen bir hükümet sistemi değişikliğine gitmektir. Bu, bir rejim değişikliği değildir. Bu meseleyi bir rejim değişikliği olarak ortaya koymak, hakikatleri çarpıtmak…” olduğunu söylemişti. Bu sözler her ne kadar 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliği sonrası söylenmiş olsa da aslında 12 Eylül 2010 referandumu ile başlayan, Ohal dönemi ile devam eden ve nihayetinde 16 Nisan 2017 Anayasa Değişikliğiyle noktalanan bir süreci, Numan Kurtulmuş’un deyimiyle çarpıtılmaya çalışılan “hakikati”, kapsamaktadır. Peki gerçekten sistem değişikliği olarak niteleyebileceğimiz bir süreci mi arkada bıraktık yoksa rejim değişikliğinden mi bahsedeceğiz ?
Sorunun cevabını (kurumlar arası uyumsuzluk üzerinden) üst yapısal değişikliklerde değil ; alt yapısal /üst yapısal bir bütünlükte, buna toplumsal formasyon da diyebiliriz, aramalıyız. Yani başka bir ifadeyle bir devlette rejim değişikliğinin olması, o devletin kurulu olduğu toprak parçası üzerinde gerçekleşen üretim tarzı ile siyasal ideolojik yapılanmasının bütününde yenilik doğurucu bir irade açıklamasının olup olmadığına bağlıdır.
AKP iktidarı ve Recep Tayip Erdoğan’ın, bu yenilik doğrucu irade beyanının sahibi demek yerine ise irade beyanının somutlaşmış, vücut bulmuş halidir dememiz daha doğru olacaktır. Bu terditli önermenin yapılmasının sebebi ise sermaye sınıfının, rejim tartışmalarında denklemin neresine oturtulacağının bilinmemesidir. Bir rejim ya da devlet tartışması yapacaksak bunu sermaye sınıfını anlatmadan sadece üst yapısal değişikliklerle tarif etmeye çalışırsak hataya düşeriz. Karl Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’inde dediği gibi “devlet iktidarı havada asılı duramaz”. Çünkü devlet iktidarının, var olan gücünü bir sınıftan alması kaçınılmazdır.
Türkiye’de Kapitalist Devlet
Her devlet ve rejim toplumsal mücadeleler sonucu tarih sahnesine çıkar ve içinden geçtiği konjonktüre bağlı olarak şekillenir.
17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yol haritasının çıkartılmasında kritik bir uğraktır. İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında Atatürk; “Türkiye’de çıkarları çatışan sınıflar yoktur ve kalkınmanın bütün kesimler lehine cereyan etmesi gerekmektedir.”demektedir. Atatürk’ün bu sözünde Genç Türkiye Rejiminin paradigmalarını görmekteyiz ;
* Yanı başında kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin varlığının farkında olarak kapitalist bir anlayışın benimseneceği
*Ulusal burjuvazinin yaratılacağı ve devletçi birikim modelinin hızlanacağı
*Devletin sınıflar üstü bir konumda “görece bağımsız” bir durumda kalacağı ve hakem rolünü üstleneceği
Yukarıda bahsedilenler dışında rejimin nitelikleri konusunda başkaca paradigmalar ( Cumhuriyetin kazanımları ) yazılabilir. Konjonktürel olarak Türkiye Cumhuriyetinin bu paradigmalarından bazılarından feragat ettiği tartışmasızdır. Ancak buna rağmen sermaye sınıfının uzun yıllar bu paradigmalar üzerinden hareket ettiğini ve dengeleyici olarak devlet ile konumunu belirlediğini söylemeliyiz.
Türkiye‘de sermayenin devlete el atmasıyla devlet organları arasındaki uyumsuzluk her dönem kendini göstermeye devam etmiştir. Ancak var olan bu uyumsuzluk krizleri, toplumsal formasyon anlamında bir altüste ya da kopuşa sahne olmamıştır. Sermaye sınıfı bu krizlerin kopuşa dönüşmemesi için kuvvetler ayrılığı, devletin sınıflar üstü ve görece bağımsızlığı gibi enstrümanları kullanmıştır. Burada bir hataya düşmemek gerekir.Örneğin, kuvvetler ayrılığının tarih sahnesine çıkması ve bunun daha sonra burjuvazinin, sermayenin kendi lehine kullanması farklı iki momenttir. Yoksa kuvvetler ayrılığı toplumsal mücadele tarihinde ilerici bir eşik atlamanın adıdır. Ancak sadece o kadar.
Türkiye topraklarında 1920 yılında tek parti döneminde, 60 darbesi ve izleyen yıllarda , 76 uğrağı ve sonrasındaki toplumsal formasyon alanındaki “stabilizenin” başarılı bir şekilde süreklilik arz etmesinin en büyük sebebi sermaye sınıfının bu paradigmalar üzerindeki dengeleyici girdisinin olduğu unutulmamalıdır.
Şu an yaşadığımız tam da bunun tersidir. Akp iktidarı ile birlikte sadece üst yapısal (kurumlar arası uyumsuzluk üzerinden) değişiklik değildir yaşadığımız. 24 Ocak kararları ile başlayan 1980 darbesi, Özel politikaları ile devam eden, reel sosyalizmin tarih sahnesinden etkisinin giderek azalarak çekilmesi ile birlikte devletin Türkiye topraklarındaki hakem olma rolünün, görece sınıflardan bağımsız olma durumunun yani dengeleyici girdinin ortadan kalkmasıdır. Başka bir ifadeyle rejim değişmiştir,ancak bu süreç AKP iktidarının gelmesiyle değil 1980 sonrası yaşananlar ile sermayenin tamam şimdi demesiyle alakalıdır.
Bu yeni rejimde devletin göreli özerklik alanının, burjuvazinin lehine genişlemekle ve emekçi sınıfların aleyhine daralmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti’nin temel paradigmalarından laiklik, 1920’lerden itibaren burjuva sınıfı için gelgitler yaşanmış olsa da bir dengeleyici girdi olarak durmaktayken, artık burjuva sınıfı için bir dengeleyici girdi olarak görülmemektedir. Uluslararası sistemin yönü ve rejimin yüzünü İslam coğrafyasına dönmesiyle de tam bir pazar fırsatı olarak, gericileşmenin önü açılmak istenmiştir.Bu yönüyle toplumsal formasyonda dincileşmenin hızı daha da artacaktır.
Benzer şekilde bu yeni rejimde soysal devletin, devletçiliğin, halkçılığın, kuvvetler ayrılığının kağıt üstünde kalacağı açıktır.
Yeni rejiminde sermaye sınıfının kendisini yeniden üretmesi, üretim sistemindeki değişiklik, uluslararası girdiler ve toplumsal formasyonun çerçevesi bu yazının sınırları dışında olduğundan Türkiye’de kapitalist devlet ve rejim başlığını burada noktalayalım.
Hukuksal İnancın Seyreltilmesi*
Hukuk ile toplumsal yaşam arasındaki hukuki ilişki sadece yasal mevzuatlara bakılarak kavranamaz. Ancak hukuk ya da hukuki ilişki tanımlarının soyutlanması, genelleşmesi , formalizasyon sürecinden geçirerek evrenselleşmiş mutlak dogmalar haline gelmesi, “hukuk inancı” yerleştirilebilmesi için ön şarttır. Hukuk aynı zamanda dinin yaptığı gibi bir inanç sistemi oluşturmaktadır.
Tarih boyunca toplumlar içinde hukukun yarattığı bu inanç sisteminin varlığını bilmekteyiz. Yoksa Roma toplumunda yaygın olarak kullanılan “Dura Lex Sed Lex” sözünü bilemezdik . Roma toplumunda kullanılan bu hukuki tanım, “kanun katıdır ancak kanun budur” anlamına gelmektedir. Tıpkı, yine daha geç zamanlarda çıkan ve halen de kullandığımız “Şeriatın kestiği parmak acımaz ” atasözünün anlamı gibi. İster islam toplumunda, isterse batı toplumunda olsun; hukuk inancının varlığı egemen ideolojide kaçınılmazdır.
Hukuksuzluğun bir hukuk kuralı haline geldiği bir Türkiye’de yaşamaktayız. Herhalde bu sözü son zamanlarda sıklıkla duymaya başlamışızdır. Bunu bir serzeniş olarak geçiştirmemek gerekir, çünkü hukuksuzluğun bir hukuk kuralı olması ya da bir hukuk kuralının uygulanmamasının kendisi de bir yeni kuraldır. Bu da sermayenin ve onun temsilcilerinin tercihi olup, hukuksal inancın seyreltilmesinin hem önceli hem de dolaylı sağlamasıdır.
Türkiye’nin yeni rejiminde hukuksal inanç seyreltilmiştir. Burada seyreltilmek kelimesini bilerek kullanmaktayım, çünkü yaşanan, hukuksal inancın ortadan kalkması değil seyreltilmesidir. Kapitalist sistemin kendini yeniden ve yeniden her koşulda üretebilmesi için gereken temel iki saç ayağı sözleşme yapma özgürlüğü ve özel mülkiyettir. Bir kapitalist sistemin devamı, bu iki saç ayağının güvencesine bağlıdır ki bu nedenle hukuksal inancın tamamen ortadan kalkması düşünülemez ancak seyreltilebilir.
Hukuksal özneler arasındaki çatışmaların/uzlaşmaların çözümü için getirilen ve yargı dışı çözüm yolu olarak adlandırılan arabuluculuk ve uzlaştırmacılık gibi kurumsallıklar ile bölünmüş toplumsallıkta hukuki öznelerin uyuşmazlıklarını formal hukuk kurallarına değil, başkaca örfi ya da dini kurala dayandırması teşvik edilmektedir. Uluslararası hukuki dogmaların ve kararların egemenlik alanı içinde kullanılmaması , yargıya erişimin zorlaştırılması v.s. Türkiye’de karşımıza çıkan bir çok örnek hukuksal inancın hangi kurum eliyle ve yönlendirilmesiyle seyreltildiğini göstermektedir. Aslında sermayenin yeni rejime biçtiği rol, hukuksal inancın zayıflatılması ve bunu yaparken de kamusal yönünün tasfiyesidir.
Hak Kavramının Yeni Orijini
İki hukuki özne arasındaki çatışma/uzlaşma sonucu ortaya çıkan talebin hak olarak kabul görmesi, ancak onun bir devlet gücü tarafından hukuksal formalizasyondan geçirilerek soyutlanmış hukuk kuralı olmasıyla mümkündür.Yani iki hukuki özne arasında ister dikey ister yatay bir ilişki sonucu ortaya çıkan taleplere hak denilemez. Bunun için devletin zor gücünü arkasına alması şarttır.
Devlet mutlak hukuksal inancı kuramamış ya da hukuksal inancın seyreltilmesi eğilimine girmişse, işte bu durumda hakkın şekli kaynağı olan devlet otoritesinden ziyade hakkın maddi kaynağı olan toplumsal ilişkileri ( uzlaşmaz çatışmaları ) arkamıza almamız şarttır. Bunun anlamı da hak kavramının siyasal mücadele alanına sokularak siyasi iktidarı alma ya da değiştirme iradesini besleyecek bir olgu haline getirilmesi gerekliliğidir.
Hukuksal inancın seyreltilmiş olduğu bir momentte ,hak kavramının ya da haklar mücadelesinin daha farklı bir düzleme gelmesi gerektiğini söylemekteyiz.Çünkü bu momentte hakkın şekli kaynağı (devlet zoru) değil, maddi kaynağı öne çıkacaktır. Asıl olan da hukuk kuralının toplumsal öğeler arasındaki ilişkiyi değil toplumsal öğeler arasındaki ilişkinin hukuk kuralını ve hakları belirlemesidir.
O zaman buradan devam edersek, ilk söylememiz gereken şey hukuk inancının seyreltildiği bir dönemde toplumsal özneler arasındaki talepler dolayımsız olarak siyasetin konusu yapılabilir hale gelmiştir. Aksi halde( yani hak mücadelesini siyasal arenadan soyutlarsanız ) olacak şey yeni rejimin yerleştirmeye çalıştığı toplumsal formasyonda ancak ve ancak hukuksuz gösteri ya da hukuka aykırı talep olarak nitelendirilip, kriminalize olmaktır.
Hukuksal inancın seyreltilmesi aynı zamanda ikili veyahut çoklu hukuk sisteminin önünü de açmaktadır. Toplumsal formasyonda ağırlıklı olarak ideolojik motifte baskın olan hukuksal öznenin veya grubun, hukuksal inancın seyreltilmesiyle birlikte ortaya çıkan boşluğu dolduracak ilk aday olacağı da unutulmamalıdır.
Bu baskınlık hem niteliksel hem de niceliksel bir ağırlığı içerisinde barındırmaktadır. Bu da bize hak mücadelesinin örgütleme eylemini içinde barındırdığı gerçeğini göstermektedir. Bu ikincil şart eylemlerin en başına da dayanışmayı yazmalıyız.
Bir hukuki özne olarak birey için söylediğimiz çoğu sözlerin, aynı zamanda devlet de bir hukuki özne olduğundan, devlet için de söylenmesi kaçınılmazdır. Burada devleti hukuki bir tanım içine sokmaktan ziyade, yasaları, yönetmelikleri, resmi gazetesiyle, başkanı ,meclisi , yargısıyla onun hukuki ilişkiye giren bir özne olarak tarif edildiğini belirtmeliyim.
Kamusal hakların talebi yani onu yanılsamalı kamusal alandan çıkartarak siyasi mücadele başlığı haline getirmeyi ve yeniden gerçek kamusal haklar haline getirmektir. Buradan kastettiğimiz ise devleti hak konusu talebi üreten bir hukuki özne yapma mücadelesidir.Bu kategorinin altında ise aslında kapitalist bir devletin tekil özneyle yaptığını iddia ettiği asıl sözleşme olan Anayasa’daki hakların üretimini özel sektöre terk edilmesinin engellenmesidir. Eğitim hakkı, barınma hakkı , ulaşım hakkı v.s. Bu hakların ısrarla kamulaştırılması söylemi, verilecek bir hak mücadelesinde bir adım dahi geri atılmayacak çizgimiz olmalıdır.
Sonuç Yerine
Burjuva hukukçusu için, kelimelerin soyutlanması, genellenmesi ve buradan da evrenselleştirilmesi hukuk kuramının ön şartı olarak kabul görmektedir. Eğer biz Marksistler bir hak ve genel olarak hukuk tartışması yapacaksak bu ön şarta saldırmaktan kaçınmamalıyız. Başka bir ifade ile soyut kategorileri çözümleyerek gerçek anlamları, gizlenmiş toplumsal güçleri ortaya çıkarmak zorundayız.
Hukuktaki soyutlamanın ya da gizlenen gerçek güçleri ortaya çıkarma çabasının basit bir determinist yaklaşıma sahip olacağı düşünülmemelidir. Tarihin nesnesi ve öznesi olan birey değerlendirmemizin her zaman hukuksal özne olarak ortasında duracaktır.
Nasıl ki Marks yabancılaşmayı, yol açan nesnel koşulları açığa çıkartarak, soyutluktan kurtarıp bunun bir olgu olduğunu ortaya koymuşsa; belki de Marksist hukukçular olarak benzer manivelalara ihtiyacımız vardır. Hak, Adalet gibi kavramlar benzer bir soyutlamanın ya da eleştirinin kavramından çıkartılıp bir olgu olarak yaratılabilir. Bu yola giden başlangıcın temel taşları ise siyaset,örgütleme ve mücadeledir.
*Kimya da çözeltilerde, çözünen miktarının azaltan çözücü miktarının arttırılmasına seyreltme denir. Çözelti seyreltik hale getirilirken çözücü miktarı artmasına rağmen çözünen miktarı değişmez.
01.12.2018
Murat KARA – Avukat
Yanıt Yazınız