“Düzeni reddeden, geleceği kurgulayan, insanlığın özgürlükler dünyasının ütopyasını taşıyan bir sanat ve edebiyat yaratmak istiyoruz.”
Red, Kurgu, Ütopya diyerek yayın hayatına 2018 Şubat ayında başlayan Yeni Gelen dergisi birinci yılını tamamladı. Çıkış yazısında, “Sanatı ve edebiyatı piyasalaştırdılar. Yazarı kitap üreticilerine, yazıcıya çevirdiler. Okuru, yalnızca reklam edileni gören ve kendisine pazarlananı alıp okuyan müşteri haline getirdiler. Holding yayınevleri, zincir kitabevleri, ödül kurumları, pazarlama dergileri birbirine geçmiş sermaye ağlarıdır, bu ağa yakalanmadan okuryazar olmak ancak bilinçli ve ortaklaşa mücadeleyle mümkün hale gelmiştir” saptaması ile yol çıkan Yeni Gelen Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğini eleştirmen B. Sadık Albayrak yapıyor.
B. Sadık Albayrak aynı zamanda bir Baro emekçisi. Uzun yıllardır İstanbul Barosu nezdinde çeşitli bölümlerde çalıştı, bugünlerde ise Baro Kütüphanesinde görev yapıyor. Yeni Gelen Dergisi’nin birinci yaşı vesilesiyle baro ve kültür emekçisi dostumuz B. Sadık Albayrak ile bir röportaj yapmak istedik.
Öncelikle teşekkür ediyor, Yeni Gelen Dergisi’nin birinci yaşını kutluyoruz. Ülkemizin sanat ortamının eleştirisiz kalmayacağı, nice nice sayılarla varlığını sürdürmesi dileğimizle tekrar başarılar diliyoruz.
MAHİR ARDUÇ: Sadık Hocam, bize biraz Yeni Gelen Dergisi’nin hikâyesinden bahsedebilir misiniz? Her şey nasıl başladı? Neden Yeni Gelen?
B. SADIK ALBAYRAK: Bildiğiniz gibi son yirmi yılda edebiyat, sanat, bütünüyle kültür piyasalaştırıldı. Daha açık deyimle pazara düşürüldü. Semt pazarlarının çığırtkanlarına benzer reklamcı, tanıtımcı, yayıncılar aracılığıyla niteliksiz bir edebiyat ve sanat bütünüyle egemen hale getirildi. Bu süreçte en büyük kayıp eleştiride verildi. Edebiyat ve sanat eleştirisi etkisizleştirildi, giderek ortadan kaldırıldı. Bu dönemin başında sosyalist gerçekçi eleştirmenimiz Asım Bezirci, biliyorsunuz, Sivas’ta arkadaşlarıyla birlikte katledildi. 90’ların başında bizim, bir avuç genç yazarın İnsancıl dergisinde “Geçersizdir!” başlığıyla bu sürece eleştirel direnişimiz oldu. Esin kaynağımız 1929’da Resimli Ay’da “Putları Yıkıyoruz!” diye çıkan Nâzım Hikmet’ti. Onun Abdülhâk Hamit’e yaptığı gibi biz de sermaye güdümlü yazarlara çarpı attık. Eleştirilerimiz çok yankı yaptı ama içeriğinden çok yazarların fotoğrafına çarpı atmamız tartışıldı. Bu çıkış ne yazık ki kalıcı olamadı. Ama en azından piyasalaşmanın başlangıç döneminde eleştirerek tarihe bir not düşmüş olduk. 1994 yılında birkaç arkadaşla çıkardığımız Sermaye Kültüründen Kopuş dergisiyle bu eleştirel mücadeleyi bir yıl sürdürdük.
O yıllarda yazdığım yazılardan birinin başlığı “Eleştiriye Ölüm İlanı” idi ve bugün postmodern edebiyatın en ateşli savunucusu prof. dr. Yıldız Ecevit’i eleştiriyordu. Yeni Gelen’in Mart sayısında Taylan Kara’nın bilgisiz olduğu konularda bilimsel kavramları kullanarak okurlarını hipnotize ettiğini gösterdiği Yıldız Ecevit’in, eleştiriyi silmek için çalıştığını 1995 yılında yazmış olmaktan memnunum. Daha sonra Cinayet Olan Edebiyat kitabımda da yer alan bu yazıyla birlikte, bugün düzenin has tanıtım yazıcıları Semih Gümüş, Haydar Ergülen, Metin Celâl gibileri daha o yıllarda eleştirmiştim. Ne yazık ki sermayeleşen edebiyat, eleştiriyi sildi, tanıtım ve reklamı finanse etti. Yayınlanan kitapları okura pazarlamak için dergiler çıkartıldı. Gazetelerin kitap ekleri büyük ölçüde sermaye yayınevlerinin denetimine sokuldu.
Bütün bunlar edebiyatımızın ve sanatımızın felsefesini değiştirdi. Eskiden gerçekçi felsefeyle, insanı sömüren, onu bozan sistemi ve koşulları sorun eden bir edebiyatımız vardı. Sermaye güdümlü edebiyat ise metafizik felsefeyi, mistisizmi, anti-rasyonalizmi temel alan bir edebiyattır. Bu edebiyat sistemi değil, insanı sorun olarak gören ve gösteren bir edebiyattır. Orhan Kemal’i okursanız, onun en kötü kişisi bile, zor koşulların, sömürücü ilişkilerin sonucu kötü olmuştur. Hırslı kapitalist Topal Nuri’nin çocukluğuna indiğinizde savaş koşullarında itilip kakılarak büyüyen bir çocukla karşılaşırsınız. Gerçekçi yazar, toplumsal koşullar değiştiğinde insanın iyi olacağına, yaşamın güzelleşeceğine inanır. İyimserdir. Tarihe diyalektik materyalist bir felsefeyle bakar. Kapitalist felsefelerin etkisindeki yazarlar ise, postmodernistler ise, kötülüğün insanın yapısında olduğunu iddia ederler. Onlara göre insanın doğasında kötülük olduğu için insan hiçbir zaman eşitlikçi, kardeşçe ilişkiler, güzel bir yaşam kuramayacaktır. Kapitalist sistemin insanı nesneleştirdiği gibi, bu yazarlar da insanı nesneleştirir, edilgin, iradesiz, çözümsüz yaratıklara çevirirler. Yaşamda asli olanı, önemli olanı önemsizleştirir, önemsiz ve değersiz olanı ise önemli gösterirler. Yaşama, bugün dünyayı yok oluşa sürükleyen çürümüş bir sınıfın, kapitalist sınıfın ufkundan baktıkları için gelecekten umutsuzdurlar.
Bugün edebiyatımız gerici kapitalist felsefelerin etkisi altında, bilinemezci, mistik, bireyci, öznelliği temel alan bir edebiyat haline getirilmiştir. Aynı zamanda edebiyat estetiğini, bu estetiğin temel öğeleri dil, kurgu, anlatımı bozuk bir hale getirmişlerdir. Bu koşullarda Yeni Gelen dergisi piyasa edebiyat ve sanatını “Külliyen Red!” iddiasıyla çıkmıştır. Piyasa edebiyatı ve sanatıyla kavgası ve davası olan bir dergi olarak çıkmıştır. Çıkış yazısında da belirttiğimiz gibi, “yalnızca işaret edeni gören” güdümlü bir okur yaratılmıştır. Bu okura ulaşmak, okurda eleştirel bir bilinç oluşturmak, edebiyat estetiğine göre yargılama yetisi kazandırmak çok zor bir iştir. Bu zorluklara karşı ortaklaşa bir çalışmayla dergiyi kurmak istedik. Sen de kuruculardan biri olduğun için yakından biliyorsun. Başlangıçta kooperatif benzeri bir ortaklıkla yola çıkmak istedik, bu eleştirel mücadeleye katılan 40-50 kişinin üye olduğu ve düzenli aidat ödediği bir yapılanmayı hedefledik. Bizi niteleyen kavramlardan biri de “Ütopya”, örgütlü bir dergi ütopyamız vardı. Ancak bunu gerçekleştiremedik. Maalesef edebi, estetik mücadelenin önemini ve değerini yeterince kavrayamayan bir toplumsallık içindeyiz. Türkiye’de devrimci mücadele iddiasındaki birçok kesim, politikanın dar sınırlarına sıkışmış durumda. İş, edebiyat ve sanata gelince devrimciliği bir yana bırakıyorlar. Postmodernist yazarların, küçük burjuva sinemacıların, soyut dışavurumcuların hiçbir eleştirel tutum almadan izleyicisi hatta alkışçısı olabiliyorlar. Bu nedenle kooperatif için edebi estetik mücadeleye girecek yeterli ortak bulamadık. İşe okur yazar dayanışmasıyla giriştik.
Yeni Gelen’in bir şansı oldu; Türkiye’nin büyük yazarları dergimizi destekledi ve sürekli yazarı oldular. Edebi ve düşünsel kültürümüzün en üretken ve derinlikli iki yaratıcısı Afşar Timuçin ile Yalçın Küçük Yeni Gelen’in sürekli yazarı olmayı kabul ettiler. Yine edebiyatımızın ustaları Yusuf Ziya Bahadınlı, Turan Alptekin, Sami Gürel, Kemal Ateş Yeni Gelen’e katkıda bulundular. Ulvi Özdemir, Asım Öztürk, Cafer Yıldırım, Ekrem Ataer, Osman Çutsay, Tahir Şilkan, Mehmet Esatoğlu, Hasip Akgül, Davut Köksoy gibi yetkin yazarlarımız var. Elbette derginin dinamizmini ve yeniyi arayışını simgeleyen genç yazarlarımızı anmalıyım. Felsefi ve eleştirel çalışmalarıyla son yıllarda piyasa edebiyatına karşı tek kişilik bir ordu gibi mücadele eden Taylan Kara dergimizin kurucularından biridir. Gençler Özgün Ergen, Ubeydullah Günel, Mahir Ergun, Haydar Ali Albayrak, Yeşim Zuhal Yolcu, Elif Yılmaz güzel geleceğimizin ipuçlarını veren yazılar yazıyorlar. Özellikle görsel sanatlardan arkadaşlarımız ressam Haydar Özay, çizerler Aptulkadir Elçioğlu, Kemal Urgenç, Mustafa Bilgin ve fotoğrafçı Çerkes Karadağ’ın katkılarını unutamayız. Aramıza yeni yazarlar katılmaya devam ediyor, hepsinin adını anamadığım için onlardan özür dilerim. Yeni Gelen’e biçimini kazandıran grafik tasarımcımız Fatih Mutlu en büyük şanslarımızdan biri oldu.
Bir yıllık çalışmamız, zorlukları aşmak için gösterdiğimiz direnç, piyasa edebiyatına karşı “Biz Buradayız” diyen iradeyi destekleyen azımsanmayacak okur kitlesi “Red. Kurgu. Ütopya”mızın yerinde ve zamanında bir çıkış olduğunu gösterdi. Özellikle okur desteği çok önemli. Okura şunu söylüyorum: Özgürlük yalnızca zorunluluğun bilinci değil, bu bilinçle eyleme geçmektir. Sermaye kültürünün bizi içine hapsettiği zorunlulukları bilmek ve aşmak için eyleme geçmek zorundayız. Yeni Gelen bu zorunluluğun bilinciyle eyleme geçmiş düşünceyi temsil ediyor. Okurun da, özgürlük arıyorsa, eyleme geçip Yeni Gelen’i arayıp bulması, okuması gerekiyor. Varolması için abone olması, çevresindeki insanlara taşıması gerekiyor.
MAHİR ARDUÇ: Yeni Gelen dergisi nasıl bir boşluğu doldurdu, Red, Kurgu ve Ütopya “motto”sundan ne anlamalıyız?

B. SADIK ALBAYRAK: Yeni Gelen dergisi sermaye edebiyatı ve sanatının hiçbir ölçüt tanımadan kapladığı ve çürüttüğü kültür ortamının boşluğuna doğdu. Onların çıkarttığı dergilerden içerik ve biçim olarak çok farklı bir dergi olduğunu bu bir yıllık döneminde dosta da düşmana da gösterdi. Bugün iki tür edebiyat sanat dergisi çıkıyor. Birincisi tipik örneğinin Hürriyet Gösteri, Varlık olduğu, yayınlanan yazıların, edebiyatımızın önceliklerinin sermayeye ve piyasaya göre belirlendiği dergiler. Bunlarda daha entelektüel görünümlü yazılar çıkıyor. Bunlarda edebiyatımızın değer dizgesi çürüme dönemi burjuva felsefesi postmodernizme göre belirleniyor. İkinci tür dergiler ise, Ot, Kafa türünden popülist ve sığ piyasa dergileri. Kısa ve yüzeysel yazılarla okurun duygularını sömüren, edebiyatı açık açık metalaştıran dergiler. İşin ilginç yanı her iki tür derginin yazarları da aynı kişilerden oluşuyor. Yani aynı yazarı Varlık’ta da, Bavul’da da okuyabiliyorsunuz. Yazar kişiliğini de aşındırdılar; nabza göre şerbet veren satıcılara çevirdiler. Bu dergilerin kapaklarında mitleşmiş, birer puta dönüşmüş yazarların hep aynı biçimde çizilmiş portreleri yer alıyor. Sırayla bir dergiden ötekine kapak gezen on beş yazarın çevresinde örülmüş bir piyasa bu. Yazara sanatçıya felsefi ve estetik değerlendirme açısından değil, birer fetiş olarak yaklaşan dergiler bunlar. Toplumla, yaşamla bağı kalmamış bir edebiyat ve sanat dünyası. Yeni Gelen niteliksel olarak bu iki türden de farklı bir dergi. Hazırlık çalışmalarını yaparken üç temel düzlem üzerinde kurmaya çaba gösterdik. Birincisi eleştirel düzlem. Egemen sanat edebiyatı, kapitalist piyasa kültürünün eleştirisini yapacak. Verili olanı reddeden bir dergi. Red kavramı bunun karşılığı. İkincisi, 90’lardan itibaren silinen, etkisizleştirilen toplumcu ve gerçekçi edebiyatımızın varlığını ortaya koymak, görünür hale getirmek. Adları unutturulan yazarlarımızı, şairlerimizi incelemek, eleştirmek, onlardaki kalıcı estetik değerleri ortaya çıkarmak. Bu iki düzlemde başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. Ama bir üçüncü düzlemimiz daha vardı; güncel edebiyat sanat olaylarını izlemek ve eleştirel yansımalarını vermek, bunu yeterince yapamadık. Güncelliği izleyip yorumlayarak sunacak yazar kadromuz henüz oluşmadı. İlerde bunu da başaracağımıza inanıyorum.
Kurgu ile Ütopya kavramlarına gelirsek, bunlar insan yaratıcılığının en önemli yönleri arasındadır. Kurgu, estetiğin temel kategorilerinden biridir. Edebiyat sanat, düşüncelerin, duyguların, nesnelerin, biçimlerin kurgulanmasına dayanır. Ütopya ise, düşlerimizden, düşüncelerimizden, umutlarımızdan yola çıkarak var etmek istediğimiz yeni yaşam, yeni gerçekliktir. Kurgu’yla Ütopya ortak çağrışımları olan kavramlardır. Hep geleceğe açık ve sınırsız çağrışımı yapan ütopyalarımızı edebi sanatsal kurgularla bir anlamda somutlamış oluruz. Sınırsız ütopyalarımızı sınırlı kurgularla örnekleriz.
Şunu da belirtmem gerekiyor: Red, kurgu, ütopya kavramını Yalçın Küçük Hocamızın Aydın Üzerine Tezler’inden çıkarttık. Yalçın Küçük Türk aydınında eksikliği en çok hissedilen üç şeyin red, kurgu ve ütopya olduğunu söyler. Demek oluyor ki, Yeni Gelen bu üç şeyin eksikliğini gidermek için katkıda bulunmak istediğini ilan ediyor.
MAHİR ARDUÇ: Her şeyin dijitalleştiği bir ortamda neden basılı dergi ve ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?
B. SADIK ALBAYRAK: Bu soruyu sorduğun için teşekkür ederim. Gerçekten de dijital bir çağda kâğıt dergi çıkarmak ve etkili olmak çok güç bir iş. Dijital yayınların birçok kolaylığı var. Anında dünyanın her yerinden her zaman ulaşılabilen yayınlar. Dergiyi ise birçok masrafı karşılayıp yayınlasanız bile, okura ulaştırmak için dağıtıma vermek, postalamak zorundasınız. Biz bu güçlükleri göze aldık çünkü dijital okuryazarlık ile kâğıttan, somut bir yayından okuryazarlık arasında henüz tam açıklığa kavuşmamış niteliksel bir fark olduğunu düşünüyoruz. Dijital’in soyutluğu, belirsizliği, kaypaklığı karşısında kâğıdın somutluğu, belirliliği, sabitliği bize daha etkili geliyor. Sanat eserinin somutluğu gibi, Yeni Gelen’de düşüncelerin, eleştirilerin somutluğunu görüyoruz. Zorlukları aşma iradesini görüyoruz. Okurlarımızın kâğıt ve mürekkep kokusuyla dergi okumaktan düşünsel ve duygusal haz aldığını düşünüyorum.
Dijital platform biraz piyasanın kaypaklığına benziyor. Hiçbir sabitlik, koordinat olmayan sanal bir âlemde kırpıntılar arasında kaybolmak çok olağan. Zaten dijital iletişim insanın kişiliğini de etkiledi. Brecht’in “Adam Adamdır” oyunundaki kişiliği takılıp çıkarılan insandan şekilsiz, her an kaprislerinin etkisinde, bulamaca çevrilen bir insana doğru gidiyoruz sanki.
MAHİR ARDUÇ: 2016 yılında yayımladığın ve bildiğim kadarıyla okurların tarafından ilgiyle karşılanan Bestseller Okuma Kılavuzu kitabın hakkında ne söylemek istersin? Kitabın amacına ulaştığını düşünüyor musun?

B. SADIK ALBAYRAK: Bestseller Okuma Kılavuzu, beş roman ve yazarları üzerinden piyasa edebiyatını çözümleyen ve eleştiren bir kitap. 1980’den önce nitelikli edebiyat ve piyasa edebiyatı arasında bir ayrım vardı. Hakiki edebiyatla popüler, yalnızca okurun duygularını gıcıklayan edebiyat birbirlerinden ayrılmışlardı. Esat Mahmut Karakurt, Oğuz Özdeş, Kerime Nadir gibi yazarların edebi bir iddiaları yoktu. Yayıncılığın büyük sermaye işi olması, edebiyatın 12 Eylül’den sonra kapitalist güdümlü hale getirilmesi, nitelikli edebiyatın yayın ve dağıtım kanallarından uzaklaştırılması ve yerini çoksatar popüler edebiyatın işgal etmesi bu ayrımı ortadan kaldırdı. Bugünün Kerime Nadir’leri diyebileceğimiz Ahmet Altan’lar, Zülfü Livaneli’ler, Orhan Pamuk’lar edebiyat katına çıkartıldı. Piyasa edebiyatı nitelikli edebiyatın yerini almakla kalmadı, dergilerde bunları estetik bulan, övgülere boğan yazılarla, bütünüyle ele geçirilmiş üniversitelerde bunlara ilişkin sempozyumlarla saygınlık kazandırılan bu bayağı edebiyat dışında bir edebiyat olduğu bilinçlerden kazındı. Bestseller Okuma Kılavuzu’nda bu bayağı edebiyatı incelemeye ve eleştirmeye çalıştım. Bu piyasalaşma süreci aynı zamanda evrensel bir süreç, tekelci sistemin bütün dünyada yerleştirdiği, ödüllerle empoze ettiği bayağı bir edebiyat var. Sözgelimi bu bayağı edebiyatın uluslararası temsilcilerinden Orhan Pamuk’a Nobel ödülü bile verdiler. Bestseller Okuma Kılavuzu’nda O. Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanını inceledim. Roman değil, kötü bir Türkçeyle akepe’ye uygun yeni bir tarih yazmaya çalışmış. 70’ler Türkiye’sindeki sınıf çatışmalarını çarpıtarak, kapitalist kentleşmeyi, gecekondu yaşamını egemen sınıfın gözünden yazarak roman değil, bir neoliberal tarih yazma denemesi yapmış diyebiliriz. Bunu roman kılığı altında yaptığı için de ortaya bir ucube çıkmış. Gerçekten ne tarih, ne de roman, adı gibi bir “tuhaflık”. Tabii, Orhan Pamuk edebiyatındaki bayağılığın kaynağı, onun insan görüşünde yatıyor. İnsana sömürücü sınıfın gözünden bakıyor, kapitalist toplumdaki hiyerarşideki yerine göre değer biçiyor. İnsanın tinsel değerlerini bile pazar malı haline getiren kapitalist düzene hiçbir itirazı yok. İnsanın özgürleşmesi yönünde hiçbir duyarlılığı yok. Bu bakışla her değeri bayağılaştıran kapitalist ilişkilerin meşrulaştırıldığı edebi bayağılıklar imal ediyor. Edebiyat piyasası eliyle ve estetik bilinci dumura uğratılmış okurlarca bestseller haline getirilmesi çok kolay. Ötekiler de benzer; uluslararası ödül şebekesinin sürekli gündemde tuttuğu, komplo teorilerine konu oluşturacak bir edebiyat üretimi olduğu için O. Pamuk üzerinde özellikle duruyorum. Türkçe yazmayı beceremeyen bir adama Nobel ödülü veriyorlar. Halit Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Nâzım Hikmet’in, Sait Faik’in, Orhan Kemal’in çıktığı bir edebiyatta Orhan Pamuk’a Nobel ödülü vermek, emperyalist kapitalist edebiyat otoritelerinin Türk edebiyatına bir komplosudur. Bize, “Sizin en üstün, nitelikli edebiyatınız budur” diyerek Orhan Pamuk’u gösteriyorlar. Rahmetli Tahsin Yücel daha 1990 yılında bunun uluslararası bir komplo olduğunu sezmişçesine, Kara Kitap’ı eleştirirken, “Doğru dürüst Türkçe yazamayan biri nasıl büyük romancı olabilir?” sorusunu sormuştu. Piyasa edebiyatı, büyük bir bellek yitimi, bütün estetik ölçütlerin yıkımı üzerine kurulmuştur. Tahsin Yücel’in sorusu gibi, nitelikli edebi birikimimizin yeni kuşaklara ulaşmasını engellediler, ölçütleri sildiler. Benim Bestseller Okuma Kılavuzu’nda yapmaya çalıştığım, edebi ve estetik ölçütlere vurulduğunda bu bayağı edebiyattan geriye bunaltıcı bir okuma deneyiminin eziyetleri ve kapitalist ideolojinin empoze edilmesinden başka bir şey kalmadığını göstermekti. Tekelci piyasanın “sessizlikle suikast” taktiklerine karşın kitap umduğumun ötesinde ilgi gördü ve hızla okurla buluştu. Eleştiri okurda özgürleştirici etki yaptı. Okurlardan şöyle eleştiriler aldım: “Kitabı okurken bu yazarlardan aktardığınız pasajlardan daralıyoruz, neredeyse hasta olacağız, alıntı yapmadan eleştiremez miydiniz?” Gerçekten de bu edebiyat insan gelişimine zararlı bir edebiyattır. İnsanı gerileten, yozlaştıran bir edebiyattır. Nitekim Batı’da bu konuda yapılmış araştırmalar yoz edebiyatın okur üstünde olumsuz etkilere yol açtığını kanıtlamıştır.
Demek ki, bayağı edebiyatı eleştirinin teşrih masasına yatırdığımızda gerçek yüzünü ortaya çıkarabiliyoruz. Bestseller Okuma Kılavuzu’nun bu anlamda amacına ulaştığını düşünüyorum.
MAHİR ARDUÇ: Bestseller Okuma Kılavuzu’dan sonra değerli hocamız Prof. Dr. Yalçın Küçük ve Eleştirmen Taylan Kara ile birlikte Kir Teorisi adında bir kitap çıkardınız. Neden Kir Teorisi?
B. SADIK ALBAYRAK: Çok güzel bir soru. Hatta şöyle de sorabiliriz; neden eleştiri değil de, “kir teorisi”? Eleştiri, eleştirdiğiyle aynı düzlemde, aynı dünyadadır. Eleştiri muhatabını etkileyebilir, yarattığı tartışma ve bilinçle yazarın sonraki çalışmalarına katkıda bulunabilir. Piyasa edebiyatı ile eleştiri artık aynı düzlemde ve dünyada değildir. Hatta yazar kategorisi bile aynı değildir; ben piyasa yazarlarına “yazıcı” demeyi tercih ediyorum. Bizim onlarla artık ortak bir dünyamız, ortak bir dilimiz yok. Yazıcı’lar bütünüyle piyasanın edebiyat üreticileri haline gelmişlerdir. Edebi eleştirinin estetik değerlendirmesi piyasa bağımlısı yazıcıya etki etmez. Yeni Gelen’in Ocak sayısında Osman Çutsay da bunu şöyle vurguladı: “Benzemezler arasında bir eleştiri dili kuramazsınız. Zaten ayrı olanı, daha nasıl ayıracaksınız? Demek ki, kapitalist yolcular her renkten hayranlarıyla (tabii günümüzde liberal solcular başta olmak üzere) kendi aralarında, sosyalistler de kendi aralarında eleştirel bir ilişki içinde olabilirler. Bir dil kurabilirler.” İşte, “kir teorisi” bu ayrışma gerçeğinden doğuyor. Artık eleştiri, bütünüyle emperyalist kapitalizmin, Yalçın Küçük’ün deyimiyle tekeliyet’in güdümlediği, metalaştırdığı, kirlettiği edebi estetik gerçekliği anlamaya, kavramlaştırmaya ve açıklamaya çalışıyor; bu yapılana “kir teorisi” diyoruz. İnsanı ahlaki ve kültürel olarak çürüten ilişkileri inceliyoruz. Kir Teorisi, edebi ve sanatsal eleştirinin devrimci teorinin bir bileşeni olduğu koşulların anlatımıdır. Düşünsel çabamızı insan yaşamını paçavraya çeviren tekeliyet gerçekliğini meşrulaştıran her türlü kirli edebiyatla, sanatla mücadeleye yoğunlaştırıyoruz. Zaten Yalçın Küçük ve Taylan Kara ile ortak kitabımız Kir Teorisi’nin çok ağır saptamalarına rağmen muhataplarından hiçbir yankı almaması da bu söylediklerimi doğruluyor. Kir Teorisi kavramına kaynaklık eden 1990’ların Defter dergisi çevresindeki yazarlar, bugün özellikle yeni kuşakların bilincini etkileyen Nurdan Gürbilek gibi yazıcılar kitapta kendileriyle ilgili yazılanlar hakkında tek cümle etmediler. Dünyalar ayrılmıştır. Başka dilden konuşuyoruz ve artık eleştiri değil kir teorisi yapıyoruz.
MAHİR ARDUÇ: Ülkemizin üretken bir aydını olarak kamuoyunda sinemada sansür yasası olarak adlandırılan yasa değişikliği hakkında ne düşüyorsun? Sanat gözaltına alınabilir mi?
B. SADIK ALBAYRAK: Türkiye’de son derece korkak, hasis, baskıcı bir kapitalist sınıf hakimiyeti var. Başından beri özgürlükleri kısıtladılar. En büyük baskıyı yazarlara, sanatçılara yaptılar. Nâzım Hikmet’i şiirinden, Ruhi Su’yu türküsünden, Yılmaz Güney’i öyküsünden hapse attılar. Sinema ise, geniş kitleleri etkileyebilme potansiyeliyle egemen sınıfın en çok korktuğu sanatlardan biri oldu hep. Yanlış hatırlamıyorsam eski “sansür” yönetmeliği “Polis Vazife ve Salahiyetleri” kapsamında düzenlenmişti. Hak ve özgürlükler mücadelesiyle birçok özgürlükler elde edilebildi. En son kazanılan özgürlüklerden biri sinemada “sansür” uygulamasının iptali oldu. Ama biliyorsunuz akepe iktidarıyla birlikte kazanılan bütün özgürlükleri tekrar yitirdik. Başta gösteri hakkı olmak üzere anayasal hak ve özgürlükleri fiilen ortadan kaldırdılar. Tiyatro oyunlarını yasaklıyorlar. İnsanları birkaç cümlelik tweetlerinden dolayı yargılıyorlar. Sinemada sansürün geri dönüşü de bu baskıların bir parçası. Ama ben sinemada, edebiyatta, sanatta devletin baskı ve sansüründen çok sermayenin, piyasa pazar denen sürecin yasak ve sansürünü önemsiyorum. Nitelikli, toplumcu, halkçı bir sanat ve edebiyata piyasa daha doğum aşamasında müdahale ediyor, yaratılmasını önlüyor. Bütün engelleri aşanları da okurlarla, izleyicilerle buluşmaktan alıkoyuyor. Yayınevleri, kitabevleri, sinema tiyatro salonları bütünüyle büyük sermayenin denetiminde. Sansürsüz özgür bir sanat ancak sermayenin, kapitalistlerin egemenliğine son verilen, emekçilerin iktidarında yeşerebilir ancak.
MAHİR ARDUÇ: Son olarak okurlarımıza ne söylemek istersiniz? Yeni Gelen Dergi’ye ulaşmak isteyen okurlarımız dergiyi nerelerden temin edebilirler?
B. SADIK ALBAYRAK: Okurlarınıza Yeni Gelen’i okumalarını tavsiye ederim. On üçüncü sayımızda yazdığım gibi, “seksen milyonda bir damlayız”. Bu damlanın atomlarını mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaştırmak zorundayız. Bugün solun, sosyalistlerin azımsanmayacak sayıda insandan oluştuğu halde güçsüz ve etkisiz olmasının temel nedeni bence, üzerinde ortaklaşılmış felsefi, edebi, sanatsal birikimin yetersiz olmasıdır. Tarihin en alçak, insanlık düşmanı sınıfı kapitalistlere ve onların tekeliyet düzenine karşı savaşı öncelikle kafalarımızda kazanmamız gerekiyor. Kafalarımızı donatacak bilim, felsefe, edebiyat, estetik gerekiyor. Bugünün solcuları maalesef egemen sınıfın edebiyat ve sanatıyla beslenerek sol politika geliştirmeye çalışan alacalı kişilikler. Saflaşma, yoğunlaşma için felsefe ve estetiğin katkısına ihtiyaç var. Sanat ve edebiyatın dolaylı diliyle solcular bilincinde olmadan egemen sınıfın ideolojisinin etkisine kapılıyorlar. Politikanın doğrudan dilini anlamak, egemen sınıfın çıkarlarını teşhis etmek o kadar zor değildir. Ama sanat ve edebiyatta, imgelerin, tavırların, kurguların içinde yuvalanmış küçük burjuva ideolojisinin ayrımına varmak kolay değildir. Bizim bütün eleştirel çabamız, sanat ve edebiyatın insanı geliştiren, devrimcileştiren estetik nitelikler kazanmasına yöneliktir. Düzeni reddeden, geleceği kurgulayan, insanlığın özgürlükler dünyasının ütopyasını taşıyan bir sanat ve edebiyat yaratmaktır.

Yanıt Yazınız