Geçtiğimiz haftalarda Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları için “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçundan yargılanan ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılan barış akademisyenlerinin ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine karar verdi.
Kararın gerekçesinde birkaç noktaya değinmek ve bununla ilintili olarak kararın yayımlanması sonrasında yaşanılan sürecin belleğimizde yer etmesi amacıyla bu yazıyı yazma gereği duyduk. Bunun nedenini şu iki pasajı art arda koyarak daha iyi anlatabileceğimizi düşünüyoruz:
“Üniversitelerin amacı bilimsel araştırma yapmak, bilimsel araştırmalarla toplumsal gelişmeye katkı sağlamak ve nitelikli insan gücü yetiştirmektir. Bu amaçları gerçekleştirmek yalnızca bilim üretmekle ve düşünmeyi ve bilim üretmeyi özendirmekle mümkün değildir. Bunlara ilave olarak düşünce açıklanmasının desteklenmesi de şarttır. Dolayısıyla akademisyenlerin açıkladıkları görüşler kendi araştırma, mesleki uzmanlık ve yeterlilik alanlarına ilişkin olmasa, tartışmalı olsa veya rağbet görmese dahi ifade özgürlüğünün sıkı koruması altında kalmaktadır.” (111)
“Terörle mücadeleyi sekteye uğratmayı ve
ülkemizi karalamayı amaçlayan her türlü kurum, organizasyon ve inisiyatifin
karşısında olduğumuzu ve olmaya devam edeceğimizi beyan ediyoruz. Türk milleti
adına karar vermekle yetkili kılınan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının adalete
ve kamu vicdanına aykırı olmaması gerektiğine inanıyor, bu yanlış kararda
imzası bulunanları kınıyoruz.”
Bu iki kısımdan ilki AYM kararının gerekçesinde yer almışken, diğeri barış bildirisi imzacılarını “sözde akademisyen” olarak anan bir grup rektör öncülüğünde yayınlanmış “Anayasa Mahkemesi Terörü meşrulaştıramaz” bildirisinde yer alıyor.
Ülkede tek adam rejiminin soğuk rüzgarı, üniversitelerden, sokağa her alanda hissedilirken barış talebiyle bir adım öne çıkan, öne çıkma zorunluluğu hisseden akademisyenlere “sözde” kelimesini sarf eden kişilerin, hükümetin üniversiteler için uyguladığı uzun vadeli planın bir parçası olmak dışında bir misyona sahip olmaması sadece trajikomik değildir. Aynı soğuk rüzgarın, sokaktan üniversiteye nasıl doğrudan estiğini, bu akademisyenlerin meşrulaştırma işlevlerini dahi layıkıyla nasıl yerine getiremediğinin yalın bir özeti. Gelgelelim, artık çürümeye meyletmiş bir siyasetin ne halde olduğunu en sağlam olması gereken ayağının ne duruma düştüğünü görmek olumlu bir durum. Elbette barışı savunan hocalar gibi bu kişiler de tarihte yerlerini çoktan aldı bile.
Bu kişilerin, mahkeme üyelerinin, devlet görevlilerin, muhalefetin ve halkın yaklaşımı, düşündükleri ve beyanları bizden sonraki nesilde, tarihçilerin işlerini zorlaştırır mı kolaylaştırır mı bilemiyoruz. Bunun için Edward Hallett Carr’a kulak verelim: “19.yüzyılın olgular fetişizmi bir belgeler fetişizmiyle tamamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler olgular tapınağındaki “kutsal sandık”taydı. Saygılı tarihçi onlara başı önünde yanaşıyor ve onlardan huşu dolu biz sesle söz ediyordu. Bir olguyu belgelerde bulursanız o öyledir. İşin aslına bakarsanız bu belgeler, bize ne söyler? Hiçbir belge bize o belgeyi yazanın kendisinin ne düşündüğünden- neyin olmuş olduğunu düşündüğünden, neyin olmuş olması gerektiği ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun neyi düşündüğünü sanmalarını istediğinden fazlasını söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşımaz(…)”*
Daha önce başka bir başvurucunun kararında red gerekçesi yazan hakimlerin bu kararda kabul kararı vermesi, halkın nazarında itibarını kaybeden akademisyenlere karar sonrası tavır değişikliği veya devletin tutumunu belirleyen gelişmeler, Carr’ın bahsettiği tarihçinin işleme sürecini zorlaştıracak konular olmakla beraber dönemin genel çerçevesinin ve haksızlığa uğrayanın bir o kadar belirgin olması kolaylaştırıcı unsurlardır. Zira saray rejiminin karakteri ülkedeki baskı ortamı durumu sadeleştiriyor. Tabi başta sormamız gereken soruyu doğrudan atladık. Zira bilim insanlarının sivil ölüme mahkum edildiği bir ülkede bu yaşanılanların elbette tarihi değeri vardır.
Anayasa Mahkemesinin yayınladığı gerekçenin önemli gördüğümüz birkaç noktasına değinmekte fayda görüyoruz: “Ceza mahkemelerinin ve diğer kamu otoritelerinin ellerinde her tür tartışmayı ortadan kaldıracak nitelikte kesin ve inandırıcı deliller olmadan soyut bazı değerlendirmelerle bir düşünce açıklamasının terör örgütü ile yapılan bir tür iş bölümü neticesinde veya örgütün talimatı ile yapıldığını varsayması ve bu tür bir varsayımla kişilerin cezalandırılması ifade özgürlüğü üzerinde ağır bir baskı oluşturacaktır.”(95)
Kararın içeriğinde ilk derece mahkemelerinin verdikleri kararların gerekçesine de değinen yüksek mahkeme, terör örgütü talimatı ile yapıldığına ilişkin varsayımları gerekçede eleştirmiştir. Çünkü bir mahkemenin siyasi bir parti gibi davranarak delilsiz ithamlarda bulunması kabul edilebilir değildir. Ülkenin menfaatleri perdesi arkasında bulunan muktedirin, kararlarda, artık kafasını dışarıya çıkarmaktan dahi çekinmediği bir noktada elbette AYM kararı bir soluk olarak değerlendirilmelidir. Akademisyenlerin uğradığı hak gaspları bir yana itibarlarının iade edilmesi hususunda önemli bir basamaktır.
“Diğer yandan ilk derece mahkemeleri, çatışmaların sona erdirilmesi çağrısının yalnızca devlete yapıldığına dikkat çekmiş ve aynı mahiyette bir çağrının terör örgütüne yapılmamış olmasını da mahkûmiyet gerekçelerine dayanak yapmışlardır. Mahkemeler, bildiride terör örgütünün yaşanan şiddet olaylarının sorumlusu olduğu yönünde hiçbir değerlendirme yapılmamasının başvurucuların silahlı terör örgütünü korumak amacıyla hareket ettiklerini gösterdiğini kabul etmiştir. Mahkemelerin bu kanaatine karşın, tümüyle hukuk alanının dışında hareket eden, amacı korku salmak olan ve toplumu yıldırmaya dönük her türlü eylemi yapmaktan çekinmeyen silahlı ve tehlikeli bir örgütün muhatap alınmamasına veya değerlendirmelerde şu veya bu sebeple göz ardı edilmesine hukuksal bir sonuç bağlanmasının kabul edilmeyeceğinin altı çizilmelidir.”(96)
Bu iki kısım da aslında verilen kararların hukukla ilgisi olmadığını, tek yanlı bakış açısıyla hareket edildiğini gösteriyor. Elbette AYM kararı için kusursuz bir bakışla yazıldığı, baskı altında kalmadığı gibi bir yorum abartılı olur. Ancak söylediğimiz gibi bu sadece bir adımdır. Nitekim şu ana dek hakkında beraat kararı teyit edilen akademisyen sayısı 171 oldu.
Bitirirken, Doç.Dr Umut Tümay Arslan’ın mahkemedeki savunmasından bir kısmı paylaşmak istiyoruz:
“Epey bir zamandır insanın anlatma ihtiyacı üzerine düşünen biri olarak, sayıların, belgelerin, tanıklıkların hakikati anlatmaya yetmediğini çok iyi biliyorum. Yaşanan mağduriyetleri bütünüyle dile getirmek imkansız. Ama onları inkar etmemek, dile getirmekten vazgeçmemek, anlatma ve yüzleşme çabasının kendisine sadakat sadece mümkün değil aynı zamanda gerekli de. Eşit ve adil bir yaşam sürme arzusundan vazgeçmemek için.”
* “Tarih Nedir?” (Edward Hallett Carr), sy:67