Çevre felaketleri, iklim krizleri, savaşlar, açlık ve daha nice sebep; bin yıllardır insanlığın kitleler halinde uzun ve zorlu yolculuklara çıkmasına sebep olmuştur. Zorunlu sebeplerin yanında, ekonomik veya diğer sebepler de göç dalgalarını doğrudan tetikleyebilmektedir. Hangi sebeple olursa olsun göç hareketinin özneleri, yurtlarından açtıkları yelkeni çoğu zaman rüzgarın belirsiz akışına terk etmek durumunda kalıyorlar. Yazımızda, gündemimizde güncelliğini koruyan göçmen meselesinin tartışma kültürüne alternatif yaratmasını umduğumuz bir pencereden yaklaşacağız.
Uzun yıllardır hüküm süren savaş koşulları, çevre coğrafyalardan ülkemize ve Avrupa’ya oldukça yoğun kitlesel göç hareketlerine zemin hazırlamıştır. Savaş dönemleri, göçmenlerin uluslararası arenada sahip olacakları hukuki statüyü belirleyen anlaşmaları da beraberinde getirmiştir. 28 Eylül 1951 tarihli Birleşmiş Milletler konferansı ile onaylanan Cenevre Sözleşmesi; mülteci statüsü, sığınma hakkı ve sığınma hakkı veren ülkelerin sorumluluklarının tanımlandığı ilk büyük uluslararası sözleşme kabul edilir. Geri kabul sözleşmeleri açısındansa, 1958 yılında kurulan Benelux Ekonomik Birliği üyelerinin yaptıkları anlaşma ile üçüncü ülke vatandaşlarının ülke dışına çıkarılması ve geri kabulü konularında yaptığı anlaşmaları bir milat olarak görebiliriz.
Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği, savaştan ve savaşla bağlantılı şartlardan kaçan ve ülkeleri kendilerini koruyamayan ya da korumak istemeyen kişilerin uluslararası korumaya muhtaç olduğunu ve mülteci olarak kabul edilmeleri gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca insanlığın uzun yıllar mücadeleleri sonucu ortak mutabakata vardığı bildiri olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi madde 14’te ‘Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.’ diyerek, zor durumda olan kişilerin yaşam hakkını garanti altına almıştır.
Jeopolitik konumu gereği Türkiye, kara ve deniz ulaşımında göç yolları açısından kilit bir yerdedir. Türkiye, çevre ülkelerden gelen göçmenler için hem uzun süreli ikame yeri hem de Avrupa’ya geçişte bir istasyondur. 15 Kasım 2015 ve ek olarak 18 Mart 2016 tarihli AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması ile bölgemizin ve Suriye’de patlak veren iç savaştan kaçan mültecilerin akıbeti belirlenmişti. Anlaşmada, Türkiye’nin mültecileri bünyesinde barındırması karşılığında, ilk olarak, AB tarafından oluşturulan 3 Milyar Euro’luk bir fonun, 18 Mart 2016’da yapılan ikinci zirvede ise ilave 3 Milyar Euro tutarındaki fonun Türkiye’ye verilmesi taahhüt edilmiştir.
Bu anlaşmalar neticesinde Avrupa’ya mülteci giriş çıkışında adeta tampon bölge görevi gören Türkiye, kontrolsüz göç politikası sebebiyle kısa ve uzun vadede AB fonlarından gelen paranın daha fazlasını harcamak durumunda kaldı. Çünkü göç kavramının, hukuk, ekonomi, siyaset, psikoloji, kültür, demografi gibi birçok disiplinle de kopmaz bağları vardır. Göç alan yerin yerel dinamiklerinde meydana gelen süreçler iç politikada, farklı ülkelere sınırları açma tehditleri ile adeta mültecileri bir piyona çeviren siyasi hamleler ise dış politikada mülteci meselesinde nasıl sınandığımızı görebilmemizi sağlamaktadır.
Az önce değindiğimiz uluslararası sözleşmeler, Türkiye’nin coğrafyada bir kalekol haline getirilme sürecinin göstergesidir. Bu süreç, ülkemizde en somut haliyle kendini hissettirmektedir. Mültecilerin kayıtsız ve plansız bir şekilde sınırdan geçişine izin verilmesi, göçün yaşandığı yerdeki halk ve mültecileri karşı karşıya getirmektedir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlarda diken üstünde olan kitleler, öfkelerini asıl ilgili kurumlara kanalize edemedikçe ırkçı infiallere çanak tutmuş olacaklardır.
Altındağ’da fragmanını yaşadığımız pogrom senaryolarının münferit bir olay olmadığı, sağ-popülist siyaset dilinin ırkçılık kurumunu sağlamlaştırdığı su götürmez bir gerçektir. Bu siyaset diline bir antitez üretmek adına, yeşil ölümün pençesinde yollara koyulup ülkemize gelen göçmenlere nesnellik ve etikten kopuk noksan bir bağlamda yaklaşmak yerine, süreci hazırlayan tarihsel, hukuksal ve politik bağlamında değerlendirmeyi yapmalıyız. Bu bakış açısından yoksun yaklaşımlar, refleksif tepkilerle ırkçı histerileri kabartıp, çok daha vahim süreçleri yaratmak dışında bir sonuç getiremez.
Son olarak, getirdiğimiz eleştiriler neticesinde bazı çözüm yollarını sıralayabiliriz:
- En başta, temel insan haklarını güvence altına alan, tarafı olduğumuz uluslararası anlaşmalar etkin bir şekilde uygulanmalı ve mültecileri bir pazarlık kozu olarak gören, AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması derhal iptal edilmelidir.
- Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu madde 65/4’te belirtildiği üzere, düzensiz bir göç dalgası neticesinde olsa dahi bütün sığınmacılara hukuki güvenceler verilmelidir. Gelen bütün sığınmacıların planlı bir şekilde kayıt altına alınıp, cihatçıların ülkeye girişi engellenmelidir.
- Sığınmacıların barınma, sağlık, eğitim gibi en temel ihtiyaçları giderilmelidir.
- Süreç iç politikada tamamen şeffaf bir şekilde yürütülmelidir. Aynı zamanda dış politikada, sığınmacıların bütün ülkelere hakkaniyetli bir şekilde bölüştürülmesi hususunda gerekli adımlar atılmalıdır.
- Siyasal ve toplumsal mecralarda büyütülen nefret diline karşı etkin soruşturmalar yürütülüp, barışın egemen olduğu yeni toplum dilinin üretilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
- Ortadoğu’da cihatçı terörü büyüten ve halkları birbirine düşman eden her türlü politikaya karşı, yine halkların ortak iradesi ile karşı durulmalıdır.
Bu çözüm yollarının somut olarak uygulanması ancak kitle örgütlerinin ve toplum kuruluşlarının ortak baskısı ile mümkün olabilir. Bu sebeple ilgili herkes gerekli insiyatifi almalı, barışın hüküm süreceği bir geleceği inşa etmek adına, insan hakları temelli müştereklerde hareket etmeliyiz.
Yanıt Yazınız