Baştan belirtmek gerekir ki bu yazı kitap tanıtımı ve görüş savunusu şekillerinden ziyade katkı şeklinde değerlendirilmelidir. Kısa bir girizgahın ardından bazı önemli alıntılarla birlikte yorum ve katkılarımı sunmaya çalışacağım. Elbette kitaptaki perspektife ilişkin eleştiri hakkımı şimdilik saklı tutarak.
Giriş
Toplumsal uzlaşma, fikir birliği, ortak görüş, karşılıklı çoklu veya ikili irade beyanlarının birbirine açık yahut zımni uyumu, sözleşme vs. gibi anlamlara gelen; fakat daha doğru ve geniş anlamlı bir ifadeyle konsensüs, yazarın deyimiyle sözleşme kavramı; Türkiye’nin dününü ve bugününü, dün ile bugün arasındaki kopmaz tarihsel bağı ve Türk devletinin tarihsel gelişimini anlatma işlevine sahip olabilir.
Toplumsal sözleşme fikri kökleri her ne kadar eskilere dayandırılsa da hepimizin bildiği klasik tarih anlatılarına göre Avrupa’da liberal aydınlarca kurgulanmış, kavramsallaştırılmış ve siyaset bilimi dünyasına arz edilmiştir. Bu arz, bir dönemin sonuna yeni bir dönemin ise başlangıcına denk düşen, imparatorlukların yıkıldığı yerine ulus-devletlerin inşa edildiği bir döneme, yıkılışın ve yeniden inşanın gerekliliğine istinaden ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bir ulus-devlet inşa edilirken; devlet ile toplum arasında acaba ne tür bir konsensüsün vuku bulduğu, bu konsensüsün ne anlama geldiği sözü geçen kitabın tartışma konusudur. Ünlü, bize Türklük Sözleşmesi kitabı ile bu konuda geniş bir analiz kapısı aralamakta, tarihsel ve sosyolojik tespitleriyle Türk devletinin hangi temelde kurulduğunu ve devlet aktörlerinin bugün bir statüko ifadesi olan ‘beka’yı dünden bugüne; tarihi sürekliliğe hangi bağlamlarda oturttuğunu açıklamaya çalışmaktadır.
Ünlü üç temel sözleşme metaforu kurgulamayı önermektedir. Bunlar tarihsel sırasıyla ifade edilecek olursa; Osmanlılık sözleşmesi, Müslümanlık sözleşmesi ve son halka olarak Türklük sözleşmesidir. Osmanlılık sözleşmesi adından da anlaşılacağı üzere Osmanlı İmparatorluğunda(Burada imparatorluk geniş anlamıyla ifade edilmekte; imparatorluk organları, yerel birimler ve imparatorluk hudutlarında yaşayan bütün halklar kast edilmektedir) ağırlıklı olarak 19.yüzyılda, mikro ölçekte 2. Mahmud Dönemi ve sonrasında gerçekleştirilmiş mutakabatlar birliğini ifade eder. Müslümanlık sözleşmesi, 2. Abdulhamid’in tahta çıkışını takiben Osmanlı’nın son demlerini yaşadığı ve büyük oranda 1915-1922 yıllarını kapsayan dönemi ifade eder. Son halka olarak ise Ünlü, tohumları 1920’lere kadar atılmış olan sürecin ana ekseninin 1922-23 tarihleri itibariyle ortadan konmuş, bugünü izleyen ve Türk ulus devletinin yüzyıllık tarihini kapsayacak şekilde Türklük Sözleşmesi fikrini kurgulamaktadır.
Yazıda Türklük sözleşmesine ağırlık verileceğinden Türklüğün mikro ölçekte neyi ifade ettiğini anlamak açısından yazarın ırk ve etnisite tanımını ekliyorum:
”Irk ve etnisine, ‘doğal ve gerçek’ kategoriler değil, modern dünyada ortaya çıkmış bilişsel ve zihinsel yapılardır; düşünme ve duygulanma şemalarıdır; belli bir nüfusu birleştiren, bölen ve tasnif eden kurallardır; kimlerin içeride ve dışarıda olduğunu ve kimlerin içeriye girip kimlerin giremeyeceğini belirleyen sınır inşalarıdır; sınırın içindekilere değişik oranlarda imtiyaz dağıtan dışındakileri ise sistematik olarak dezavantajlı tutan güç hiyerarşileri ve iktidar ilişkileridir.” s.23
Vurgu yapılan diğer önemli görüş, Türklüğün; kendini Türk olsun ya da olmasın,geniş anlamda değerlendirilirse Türk gibi hissetmesi ve Müslüman olması şartı ile sözgelimi Türklüğe düşman olmayan her öznenin bir dizi önemli imtiyaza sahip olduğu, bu imtiyazın güç hiyerarşisinde, sermaye birikimlerinde ve ifadesini kurumsallaşmış siyasal iktidar yapılarında bulduğu yönündedir.
İmtiyazın görünürlüğü dışsal olup geniş anlamıyla bu imtiyaza sahip olmayan siyahlar, kadınlar, dışlanmışlar, kısacası bu imtiyazdan mustarip tüm kesimler; Kürtler, Ermeniler, Hıristiyanlar, Aleviler gibi bu topraklarda tarih boyunca mutabakat dışı bırakılmış kesimler tarafından kavranır.
Bu anlamda kişinin yapısal Türkçülüğün doğurduğu imtiyazdan faydalanması için, sözleşmeye aktif katılımdan ziyade, sözleşmeyi delmemesi çoğu zaman yeterlidir. (s.181)
”İmtiyazın görünmezliği” ise -içsel manada- bu imtiyazlara sahip olanlar tarafından kavranmaz ya da sürdürülür: Gaspın kolektif ve kurumsal karakteri, bunu faydalananlara görünmez hale getirir.(…) Faydalar kişinin adeta kucağına düşer.”s.36
Mills bu görünürlük/görünmezlik meselesindeki gerilimi şu şekilde ifade eder: Kişi dünyayı yanlış bir şekilde görmeyi öğrenmelidir; fakat bu yanlış anlamalar bütününün seküler veya dini epistemik otoriteler tarafından doğru olarak kabul edileceği güvencesiyle. Bu da Ünlü’ye göre, beyazların kendi yarattıkları dünyayı anlamamaları gibi ironik bir sonuç doğurur.
Ulus-Devlet Kurgusu
Ernest Renan Ulus Nedir? kitabında şöyle tarifler: “Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir.(…) Geçmişte paylaşılan bir zafer ve acı mirası, gelecekte gerçekleştirilebilecek ortak bir plan; beraber acı çekmek, sevinmek ve umut etmek(…) Biraz önce ”beraber acı çekmek” dedim; evet, paylaşılan acı sevinçten daha çok birleştirir.” s.157
Peki yukarıdaki formülasyonu izleyerek geniş anlamda ulus-devlet tarifini şu şekilde yapabilir miyiz: Ulus devlet, bölünmezliği şart kılan bir örgütlülük biçimidir. Bu örgütlü yapıyı iki şey oluşturabilir: biri geçmişi bugüne bağlanan tarihsellikte, diğeri şimdidedir. Biri ilkel birikimin başladığı günden bugüne bir sermaye birikimine sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ulus-devlet formunda ortaklaşmış bir iktidar aygıtına sahip olmaktır ve her halde bunu ‘bölünmezlik’ ilkesi çerçevesinde geliştirmeye devam etme iradesi yani hukuktur. Bu somutlaştırma girişimi aşağıda izah olunacak sebeplerle önemlidir.
Ulus-devletin ömrü, uygulayabildiği şiddetin büyüklüğüne ve elinde bulundurduğu araçların kullanışlılık kapasitesine bağlı doğru orantılı biçimde uzarken, yapısal çelişkisine ters orantılı biçimde varlığını devindirir. Burada şiddetin boyutu, kitlesel varlığı ve kurumsal altyapısı ulus-devlet paradigmasına ilişkin bizi bazı ipuçlarına götürür.
Roger Petersen’e göre etnik şiddet patlamalarında özellikle üç kitlesel duygu öne çıkmaktadır: korku, nefret ve hınç. Peki devletin etnik şiddetini hangi gerçeklik önceler, bunun cevabını vermek gerekir. Talat Paşa’nın 1915 tarihli telgafların bazılarında verilen emirlerden bir tanesi oldukça açık bir şekilde önceleyeni tarifler mahiyettedir: ”asırlardan beri devletin sağlam temellerini imha etmeyi arzulayan ve hükümet için önemli bir bela teşkil eden Ermeni unsurunun imhası niyeti önceden beri mevcut olmakla birlikte, şartlar oluşmamış ve bu kutsal niyeti gerçekleştirmek mümkün olmamıştı. Şimdi bütün engeller kalkmış(…)” Konumuz bağlamında tarihsel gerçekliği en yalın biçimde ifade etmiş bu cümle ezen ve ezilen diyalektiği üzerinden okunursa, sebepler somutlaşmış şekilde görünmeye başlar.
Merkez-taşra yataylık ilişkisi üzerine
Burada ulus-devletin içerdiği ve doğası itibari ile bazı bir takım koşullar bir araya gelmediği müddetçe içermesinin mümkün olmadığı unsurlarının merkez-taşra ayrımı şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini savunuyorum. Bu da hangi unsurların ulus-devlet paradigması dışında kaldığı konusunda bazı ipuçları verebilir ve yapısal çelişkinin ana eksenini oluşturma kabiliyeti taşıyan özü açığa çıkarabilir.
”Adana’da yaşanan katliamın(1909’da gerçekleşen ve 20.000’den fazla Ermeni’nin öldürüldüğü tahmin edilen) yereldeki Müslümanların ortak çıkar ve duygularına hitap eden, yerelde mutabık olunan, ideolojiler üstü bir Müslümanlık Sözleşmesi sayesinde gerçekleştiği düşünülebilir. Gayrimüslimlerin Adana’da artık imtiyazlı ve güvenli bir şekilde yaşayamayacak olduklarını gösteren katliam, büyük ihtimalle taşradaki siyasal ve sosyo-ekonomik dinamiklerle şekillenmiş ve yerel eşrafın yerel yöneticilerle ittifakıyla başlatılmıştır.1915’te ise Müslüman merkezin Osmanlılık Sözleşmesi’nden vazgeçip Müslüman taşrayla Müslümanlık Sözleşmesi’nde mutabık kalmasıyla yaşanacaktır. 1915’te merkez ve taşra arasında tam bir uyum yakalanacaktır. Bu nedenle 1909 yerel bir pogrom olarak yaşanırken, 1915 bütün Anadolu’ya yayılacak bir soykırım biçimini alacaktır.” s.113-114
Taşradaki siyasal ve sosyo-ekonomik dinamiklerin merkezden bağımsız şekillenişini öngören bu yaklaşım yukarıda ifade edilmiş bilinç-dışı korku, nefret ve hınç siyasetini doğrular mahiyette ancak konumuz olan ulus devletin şiddet mahiyetini yukarıda da ifade edildiği gibi görünmez kılmaktadır. Zira bu yaklaşım ne sermaye birikimi meselesine ne de siyasal iktidar aygıtına dair bizi somut bir fikre götürememektedir. Belki şu yaklaşım somutlaştırıldığı takdirde daha doğru olabilir:
”Savaş, soykırım ve Ermeni zenginliğinin gaspı farklı toplumsal sınıflardan gelen Müslümanlar arasında ve merkez ile taşra arasında Müslümanlık çerçevesinde yürütülmüştür.”s.144
Merkez ile taşranın yer yer bağımsız hareketi, dolayısıyla sorumluluğun tümüyle merkeze yükletilmesinin haksız olduğu tespiti(bu tespit Ünlü’ye aittir) varılan sonuç itibariyle bazı doğrular içermekte fakat buna neden olan sebepler bakımından eksiktir. Zira kurumsal öz barındıran bir taşra teşkilatına (iktidar ve sermaye örgütlenmesi bakımından devletsi*) karşın, henüz doğum sancısı çeken ve kurumsallaşma aşamasının başlangıcında olan merkezin bu politikalara eşgüdümlü şekilde yetişmesi teknik olarak mümkün değildir. Bu anlamda yerel teşkilatın gücü; merkez için büyük bir nimet kapısı aralamış, merkez de kabaca ifadeyle fırsattan istifade bu kapıya koşa koşa gitmiştir. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmasının unsurlarından biridir ve yaklaşım ancak bu paradigmatik temelde olduğu takdirde günümüze ışık tutma kabiliyeti kuşanabilir.
*Yukarıdaki devletsi nitelemesi devlet kelimesi kullanıldığı takdirde başka anlamlara yol açabileceği için tercih edilmiştir. Buradaki saik; yerellerde kongre biçiminde örgütlenmenin mantığını açıklamaktır. Zira bu mantık meşrutiyet ve yasallığa verilen önemi ifade eder. Bülent Tanör’ün ifadeleriyle kongre iktidarları devlet gibi çalışabildiler: kararlar aldılar, vergi ve asker topladılar, yargı görevi gördüler, hatta bazıları Anayasa bile yaptı.
İzah edilen bağlamda 1921 Anayasası’nın demokratik niteliği, yatay ilişkiler toplamının üstyapısı olarak ifade edilmelidir (Ünlü bunun aksine; 1921 Anayasası’nın demokratik niteliğini Müslümanlık Sözleşmesi’nin yatay niteliğine bağlar ki bence bu ifade yine yukarıda kendisini temel aldığı çizgi dolayısıyla kaçınılmaz biçimde yanlış olmayan ama oldukça eksik bir ifadeye sürüklemektedir.).
Yataylık ilişkisinde temel alınan çizgi, kendisini laiklik meselesinde de eksik değerlendirmeyle sonuçlayacaktır. İlericilik-gericilik tartışmasından bağımsız olarak ele alınması gereken ulus-devlet paradigmasında laikliği özellikle örnek olarak sunuyorum. Türkiye’nin laikleştirilmesi projesinin salt modernlikle yahut ilericilikle açıklanması oldukça eksik olacaktır. Zira Osmanlı’dan bakiye kalan ve Türk-ulus devlet paradigmasının içeremediği unsurlardan hayatta kalanlar (çoğunlukla barbar olarak nitelendirilirler ve bu bir dönemin Müslümanı-elbette Müslümanlığın envai çeşit versiyonu akla gelebilir- olabileceği gibi başka bir dönemin Kürdü de olabilir, sözgelimi Dersimli Alevisi de olabilir) örtülü olarak Ünlü’nün deyişiyle Müslümanlığın (Müslümanlık Sözleşmesinin) yatay ilişkisinden nemalanmayı ve dayanışmayı, özetle bu dayanışmanın gölgesinde varlık savaşına devam etmekte idi. Uluslaşmanın önündeki engellerden biri olan devlet-dışı(ulus-devlet harici) Müslümanlığın ve yine vurgulamak gerekirse diğer yerel unsurların nasıl bir engel olarak durduğu Türkiye’nin atacağı sonraki adımlarda somutlaştı: medreseler kapatıldı, ulus kimliği içermeyen, daha doğrusu içermesi mümkün olmayan halifelik lağvedildi. (1924 dönemleri; s.189,190) Dönemin çıkarılmış Köy Kanunu’nun 2. maddesi cami ve okulu köyün iki temel direği kabul etmesi de ancak, yatay ilişkiyle taşra müslümanlarının merkezle kurduğu ve sözleşmenin ”son halkası” olan bu yerellik bağın koparılması ve merkezle doğrudan bir bağ kurma amacı ile açıklanabilir.
Güncele katkı
Piyasa’nın olağanüstü hızlı devindiği ve uluslararası sermayenin artık neredeyse ışık hızında aktığı bu dönemde, elbette bir ulus-devletin uzun yıllar sürecek bir kriz derinleşmesini küresel kapitalizm aktörlerinin en son isteyeceği şeydir çünkü bu araç hala sağ popülist iktidarlar aracılığı ile işlevsel olmaya devam etmektedir. TR’deki olası iktidar değişiminin başka bir deyişle yumuşak geçişin her ne kadar olasılığı düşük gibi görünse de, daha çetrefilli ve çelişkilerin inanılmaz boyutlara ulaştığı ihtimaline(hatta ulus-devlet ve küresel kapitalizmin duvara toslaması seviyesine ulaştığı..) nazaran daha tercih edilebilirdir.
Türklük Sözleşmesi’nin, meşruiyetini yitiren rejim tarafından katılaştırılması bu anlamda bir sonuçtur ve sözleşmeyi krize sokan başka bir faktördür. Ünlü’nün bu yaklaşımı paradigmayı büyük ölçüde karşılamaktadır. Son alıntı ile toparlamak gerekirse Ünlü’ye göre Müslümanlık ve Türklük sözleşmeleri ülke Müslümanlarının çıkarlarıyla ve duygularıyla örtüşüyordu ve bu sözleşmelere liderlik eden kadrolar Müslümanların gözünde büyük bir meşruiyete sahipti. Şimdi o devletin tüm kurumlarını yıkan ve yeni bir devlet kurmaya çalışan AKP’nin ise meşruiyeti yok denecek kadar az. Bir siyasal hareketin demokratik meşruiyetinin asıl kaynağı olmasa da, harekete destek verenler değil, destek vermeyenlerdir. Çünkü siyasal hareketin kendisine destek vermeyen insanların gözünde de en azından asgari bir meşruiyeti olması gerekir. (s.353)
Sonuç
Ünlü’nün dediği gibi Türkiye’de sosyoloji toplumbilim olarak değil ulusbilim olarak doğmuş ve öyle de gelişmiştir. Ancak sosyoloji sadece Türkiye’de değil, yazının başında kısmen de olsa vurgu yapıldığı gibi dünya siyasetinde Batı merkezli bir ulusbilim olarak doğmuş ve kültürel hegemonyası 68 kuşağına kadar sorgulanmamıştır. 68 kuşağı ile birlikte başlayan bu sorgulama ihtiyacı bugün belki daha can yakıcı hale gelmiştir.
”(…) Bu ülkede bazı Beyazlar sınıf analizini benimserler çünkü bizi ırkla ilgili her şeyden koparmak isterler. Onlar da Beyaz oldukları için bunun kendilerine geri döneceğini düşünürler. Sorun budur. Yani onların çoğu, sınıf analizini bir savunma mekanizması olarak benimserler ve buna ikna olurlar çünkü bunu daha konforlu bulurlar. Ve tabii bunların bir kısmı aşırı şekilde bağnaz, dogmatik ve had safhada kibirlidir. Hakiki bir Marksist olabilmek için, kendilerinden ne derece feragat etmek zorunda olduklarını pek de bilmezler” s.52
Son olarak Türklük Sözleşmesi tarifi zihinlerdeki karakolları yıkmaya adaydır diye düşünüyorum. Bu da Mehdi Zana’nın kitapta yer alan tarifi ile ifade etmek gerekirse; cesur olmak dışında, cesarete yeni bir anlam katmayı da sağlayabilir.
KAYNAKÇA: Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, 2018