Devlet, yasa ile yurttaş arasında “uygulanabilirlik alanı” diye tabir edilebilecek, meşruiyet zemini çağrışımı yapan ve bu temelde sahip olunan bir doğal hak engelleyicisi mi? Yurttaşlara yönelik birtakım sermaye gruplarının ortaya koyduğu yasaların oluşturucusu veya düzenleyicisi mi? Bu noktada burjuva hukukunu ve burjuvanın tekeller birliği olan devleti nasıl ilişkilendirmeliyiz? Devletin, bir bakıma yasa ile yurttaş arasında nereye konumlandırılacağı konusunda – özellikle hukukçular arasında – kafa karışıklığına sebep olan ve aslında daha soyut bir kategoride değerlendirilmesi gereken niteliğini açıkladıktan sonra, hak arayışında bir muhatap olup olmadığını ortaya koymak gerekmektedir.
Buraya eklenebilecek çok daha fazla soru olması bir yana, önümüze koyup somut birtakım fikirler edinebileceğimiz, durum ve taleplerin eleştirisini yapabileceğimiz ve bu yazının da konusu olan bir dizi görüş mevcuttur; fakat bu soruların cevaplarını aramadan önce, devletin hukuk düzenindeki niteliğini belirlemeli, hukuki talepler karşısındaki yerini öncelikli olarak tayin etmeliyiz. Dile getirilen taleplerin muhatabının kim olduğu veya tekil bir muhatabının olup olmadığı sorularına da bu sayede cevap bulabiliriz. Konuya tam olarak giriş yapmadan önce bir ekleme de yapmak gerekiyor. Burada sözü geçen, daha çok Ceza Hukuku ve aşağıda örnekleri verilen politik birtakım yaptırımlardır.
Türkiye’de, özellikle de yakın tarihe ve şimdiye baktığımızda, kimi zaman kamu görevlileri kimi zaman da “sivil” denilebilecek kişiler tarafından işlenen onlarca suç görüyoruz. Binlerce faili meçhul cinayet, haksız tutuklamalar, gözaltı, hapishanelerde ve gözaltılarda fiziksel, psikolojik işkence bunlardan bazılarını oluşturuyor. Ne hikmetse bütün bu suçlarda; suçu işleyen kişiler karşısında, tespiti mümkün olan veya olmayan herkes için, bir “cezalandırılmazlık ilkesi” devreye sokulmakta ve bazı istisnalar hariç – ki istisnalar da bu ilkenin doğal ve zaruri bir parçasıdır – bu kişiler yargılanmamakta, hatta ödüllendirilmektedirler. Bu durum, ülkenin başbakanları tarafından söylenen “Devlet için, kurşunu atan da yiyen de şereflidir.” şeklindeki sözlerle olumlanmakta ve yeniden üretilmektedir. Buna karşın “katil devlet” şeklindeki tepkisel nitelik tespiti, bir yandan gerçekliğin ifadesi olmakta iken, diğer yandan bu duruma karşı hukuki sahada hiçbir sonuç alınamama riski ortaya doğal olarak çıkmaktadır. İşte bu nitelik tespitini açmak, yukarıda sorulan soruları cevaplandırmamıza ve sözünü ettiğimiz riskleri ortadan kaldırmamıza yardımcı olacaktır.
Modern Ceza Hukuku’nda Yasal Talepler
Ceza hukuku sistemimizde, suç ortaya çıktığı anda ele alınan başat unsurlar; suçu işleyen fail, suçun konusu fiil, mağdur ve bu üçü arasındaki ilişkiyi tayin eden “ceza hukuk sistemi”dir.
Devlet adına işlenen suçlarda failin tespiti gibi bir gündem maddesi yoktur. Örneği de yok denecek kadar azdır. İşin doğası gereği bu suçlar işlenmeye devam edildiği sürece olmayacaktır da; çünkü karşılıklı olarak birbirini üreten, besleyen, bunlardan biri olmadan diğerinin de olmayacağı veya diğerine de gerek kalmayacağı unsurlardan bahsediyoruz. Bu noktadan itibaren “fiili ‘meşru’ olanın faili de meçhuldür” çıkarsaması, bir statükonun ifadesi olarak kabul edilmelidir. Durum, yine işin doğası gereği meçhul kalmaya devam edecektir.
Madde örneği vermek gerekirse;
İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 4.maddesi şu şekildedir:
Her Taraf Devlet, tüm işkence eylemlerinin kendi ceza kanununa göre suç olmasını sağlayacaktır. Aynı şekilde, işkence yapmaya teşebbüs ve işkenceye iştirak veya suç ortaklığı yapan şahsın fiili suç sayılacaktır.
Her Taraf Devlet, fiilleri ağırlıklarını dikkate alarak uygun müeyyidelerle cezalandırılacaktır.
Fiili suç sayılacak olan fail sözgelimi yukarıdaki maddeden her zaman muaf kalmaktadır. Maddenin, metnin başında yer alan suçlar bağlamında uygulanmadığını da biliyoruz. Şayet burada failin kim olduğu sorusuna “devlet” cevabını verirsek, o zaman failin muaf kalması bir hukuk dışılığı değil, bizatihi hukuksal olanın kendi içsel yapısal çelişkisini ifade etmektedir(metnin sonuna doğru bu ifadenin ne olduğu açıklanacaktır). Çünkü herkesin bildiği çok basit bir mantığa göre, burada suçun asli unsurlarından olan fail, kendi kendini cezalandıramayacağına göre, suç unsuru olarak konu dışı kalmış olacaktır. Fail unsuru bağlamında eğer gerçek şahıslardan bahsedeceksek, bu kişiler zaten devlet adına birer “aklayıcı” olduklarından, avantajlı konumdadırlar ve bu kişilerin cezalandırılmamaları esastır. Bu hem kurumlar için hem de şahıslar için bir ilkedir. Hem “görevlendirilme” sebebi ile kamu görevlileri için bir suç vasıtası hem de görevlendirilmeyen siviller için(tabi görevlendirilenler de var) bir keyfiyet ilkesidir.
Bir örnek daha vermek gerekirse; Ankara Barosu’ndan Avukat Hakları Merkezi, Cezaevi Kurulu ve İnsan Hakları Merkezi’nden görevlendirilen birkaç avukat, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Mali Soruşturma Bürosu’ndaki işkence iddialarına dair 26.05.2019 tarihli bir rapor hazırladı. (Konuya dair çarpıcı bir örnek olması açısından raporun detaylarına Ankara Barosu resmi sitesinden ulaşılabilir) İşkenceye dair detaylar, görüşmeler vs. ortaya koyulduktan sonra elbette suçu işleyenler için bir tespit talebi, soruşturma, cezalandırma vb. tüm hukuki talepler avukatlar tarafından dile getirilmektedir. Bu taleplere cevap verileceği, suçların faillerinin “meçhul” olma durumu bir yana, bir talep özellikle göze çarpmaktadır. “İşkence ve kötü muamele iddiasını alan hakimin işlem yapma yükümlülüğü olmasına rağmen, kişilerce Sulh Ceza Hakimine, işkenceye uğradıklarını beyan etmeleri karşısında hiçbir işlem tesis edilmediğini beyan etmeleri de dikkate alınarak, gözaltı süre uzatım kararı veren ilgili Sulh Ceza Hakiminin tespit edilerek hakkında gerekli yasal işlemlerin başlatılmasının sağlanması…” Ne tarz amaçlarla kurdurulduklarını bildiğimiz Sulh Ceza Hakimliklerinin, haklarında bir yaptırım uygulanacağı umuduyla böyle bir talebin ortaya konması, modern ceza hukukunda devletin niteliğinin ortaya koyulmasının ne kadar zaruri bir hal aldığının da bir göstergesidir. Hukukçular veya avukatlar olarak eğer ki doğal hakları savunacak ve doğal haklar tesisleri için mücadele edeceksek bunun hukuk ötesine taşınması şarttır.
Marksizm Bize Yol Gösterebilir mi?
Klasik eserlerden anladığımız kadarıyla Marksizm için hukuk, aşılması gereken bir yabancılaşma alanıdır. Hukuk, kendi özelinde çok fazla ele alınmamış, daha çok, üretim ilişkileri ve süreçleriyle ilişkilendirilmek suretiyle, hukukun kurulu düzenlerdeki anlamı üzerinde durulmuştur. Üzerinde araştırma yapmak, esasında marksizimden bize kalan bir ödevdir. Hukukun niteliği açıklanmadığı takdirde, düzen-içi mekanizmaya hapsetme riski bir yana, uğraşımı tamamıyla bir zaman kaybı ile sonuçlanacaktır. En önemlisi bir sonuç dahi alınamayacaktır.
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’te Marx şunu yazar: ‘’Maddi üretimin gelişmesi ile örneğin sanat üretiminin gelişmesi arasındaki eşit olmayan ilişki. … Asıl güçlük şudur: üretim ilişkilerinin nasıl olup da hukuki ilişkiler biçimine bürününce eşit olmayan bir gelişme izlediklerini anlayabilmektir. Örneğin, Roma Özel Hukuku ile (ceza ve kamu hukuku için bu daha az geçerlidir) modern üretim arasındaki ilişki. “Ceza ve Kamu Hukuku’nun eşit olmayan bir gelişme izlemesinin görece daha az bir geçerlilik taşıdığı vurgusu anlaşıldığı üzere, bu alanların devlet ile doğrudan ilişkisi dolayısıyladır. Bu da büyük ihtimalle her dönem devlet yapılarının değişmesi/dönüşmesi ile ilgilidir. Yıllar sonra Engel ve Kautsky “…‘Hukuksal dünya anlayışı’ Ortaçağ’ın ‘tanrıbilimci dünya’ anlayışından çıkıldıktan sonra burjuvazinin yeni ekonomik koşullarına uygun dünya anlayışıdır.” saptamasında yine ceza ve kamu hukukunu istemli şekilde olup olmadığını, bilmediğimiz bir şekilde “hariç” tutmaktadır. Marx ve Engels’in yazılarında özel hukuk her zaman ön planda tutulduğundan dolayı böyle bir varsayımda bulunmamızın zararı yoktur.
Devam edelim.
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde Marx ‘’Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşer. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir’’
Onur Karahanoğulları’nın son dönemde alanında biricik sayılabilecek “Marksizm ve Hukuk” kitabında, yukarıda yazılanlara ilişkin tespitinin özeti şu şekildedir: Hukuksal yapı, sadece üretim ilişkilerinin basit bir üstyapı yansıması değil, yukarıda da ifade edilen şekliyle bir aynı zamanda bir ‘ifadesi’dir. Çünkü burada, bizzat Marx tarafından bir “ifade biçimi” olarak vurgulanmaktadır. Bu tespit, hem “eşitsiz gelişim” teorisine açıklık getirmekte hem de nitelik tespiti yapmamıza yardımcı olmaktadır.
Engels de, Ludwig Feuerbach Klasik Alman Felsefesinin Sonu da, hukukun iktisadi ilişkiler tarafından belirlenmesi “biçiminin” farklı olabileceğini Anglosakson ve Roma hukuk sistemlerini örnek göstererek açıklamaktadır.
O halde hukukun görece daha bağımsız bir alana doğru evrilme sürecini, güncel tespitleriyle Onur Karahanoğulları’nun Marksism ve Hukuk çalışmasından bir alıntı ile özetlemekte fayda vardır:
‘’Hukuk; bir gerçekliğin ifadesi, bir başka alanda yeniden kurulmasıdır. Bu ifade ilişkisinin nasıl işlediği araştırılmalıdır. Gerçekliğin hukuk alanındaki ifadesi, ifade edilen gerçeklikle bağlarını belirli oranda koparmış yeni bir gerçekliktir. Yeni bir gerçeklik haline gelmiş hukuk alanında hayat, gerçeklikten köken almış kavram, kategori, ilke ve kurallarla kendine özgü bir biçimde devinir. ‘’Burada elbette kendine özgü devinme biçimi tarihsel olduğu sürekli akılda tutulmalıdır. Devam edelim, ‘’ işleyiş anında, hukuksal kavramların/kuralların, her seferinde yeniden ifadesi oldukları gerçeklikle sınanmaları gerekmez. Bunun dışında, iç çelişkilerinden arınması ve düzenli işleyişinin sağlanması için hukuk, birçok varsayımla pekiştirilmiştir. Bu anlamda hukuk, işleyişi sırasında gerçekliğe büyük oranda kapılarını kapar. Elbette hukuk bir gerçekliği, üretim biçiminin damgasını vurduğu toplumsal ilişkileri düzenlemektedir, ancak hukukun işleyişinde önemli olan bu ilişkilerin hukuksal soyutlamalara uyup uymadığı, bunların kendi kapsamına girip girmediğidir.’’ Şurada dikkatleri tekrar çağırıyoruz: ‘’Gerçeklik, hukuksal soyutlamaların kapsamına girdiği oranda, ‘’hukuksal gerçekliğin’’ konusu olur. Hukuk, ondan köken almasına karşın kavramların açıklayamadığı oranda gerçekliği yok sayar; onu hukukta bir etken olarak kabul etmez.’’
Engels de, Conrad Schmidt’e Mektubu’nda(1890), hukukun üstyapıdaki kaynağı konusundaki ve bu bağlamda “ifade etme” işlevi ile kendiliğinden oluşan özerkliğini ortaya koymaktadır: “Profesyonel hukukçuları yaratan işbölümü gerekli hale geldiğinde, üretim ve ticarete genel bağlılığı olan ve aynı zamanda bu alanlar üzerinde etkide bulunma yeteneğini sürdüren yeni bir alan (hukuk) açılır. Modern devlette hukuk sadece, genel ekonomik duruma uyup onun ifadesi olmakla kalamaz, fakat aynı zamanda kendi içinde tutarlı bir ifade olmak ve kendi iç çelişkileri nedeniyle göze batar derece tutarsız olmamak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için, iktisadi koşulların yansıtılması gitgide bozulur. O kadar ki, mevzuu hukukun bir sınıfın egemenliğini, saf kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesine (ki bizzat bu durum ‘’adalet kavramına’’ aykırıdır) nadiren rastlanır.
Hukuksal gerçeklik özerk biçimde devinmektedir. Engels’e göre, “hukukun gelişim seyri” büyük ölçüde şöyledir: İktisadi ilişkilerin, hukuksal ilklere doğrudan çevrilmesinden doğan çelişkiler giderilmeye ve uyumlu bir hukuk sistemi yaratılmaya çalışılır; ardından, daha sonraki iktisadi gelişmenin etkisi ve baskısıyla hukukun, iç çelişkiler yaratan, sürekli ihlaliyle karşılaşılır.”
Bu noktadan sonra Karahanoğulları’nın aşağıdaki ufku açan tespiti, hukuku aşılması gereken bir yabancılaşma alanına hapsetmek yerine bir mücadele alanı olarak değerlendirmemiz gerektiğini, öncelikli olarak da doğru bir tanımlama zorunluluğunu ortaya koyarak, aynı zamanda Engels’in vurguladığı “iç çelişkilerin nasıl oluşmuş olduğu” nu da aynı cümle içerisinde açıklamaktadır:
“Hukuk, hem bir sistem olması nedeniyle iç çelişkilerini sürekli gidermeye uğraşır hem de üretim ilişkilerindeki değişimi hukuk içinde ifade etmeye. Bu hukukta, sürekli gerilimler doğuran yapısal bir çelişkidir.”
Yukarıda ifade ettiğimiz hukuka ilişkin tüm görüşlerden sonra, Engels ve Kautsky’nin, konuya ilişkin aradığımız sonuca çok önceden vardıklarını görüyoruz: “Değil mi ki bu temel haklar, sosyal gelişmeyi belirlemiyor ve gerçekleştirmiyor, tersine sosyal gelişme tarafından belirleniyor ve gerçekleştiriliyor, o halde koca sosyalizmi temel haklara indirgemek için bu çaba niye?”
Bahsi geçen çelişkinin yapısal olduğunun tespiti şu yüzden önemlidir. “Hukukun hükümranlığı”, bu yapısal çelişkileri, hukukun uygulanması veya yasal yollarla çelişkilerin giderilmesini bu yöntemlerle olanaksız kılmaktadır. Bu noktada, hukukun ötesine geçmek; yabancılaşma alanının da dışına çıkmak ve doğal haklara ilişkin somut kazanımlar elde etmek için bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç
Nitelik tespiti, belki başka yazıların konusu olacak, ayrıntılı bir devlet tahlilini gerektirmektedir; fakat yapılmış kimi tespit ve yorumlardan sonra, yazının en başında sorulan sorulara birtakım cevapların da ortaya konulduğu kanaatindeyim.
Devlet ve hukuk birbirinden ayrışmaz, biri olmadan diğeri var olamaz. Devlet, yurttaşa yönelik birtakım sermaye gruplarının ortaya koyduğu yasaların hem oluşturucusu hem de düzenleyicisidir; ama sadece bunlardan ibaret de değildir. Burjuva hukukunu ve burjuvanın tekeller birliği olan devleti ilişkilendirirken yukarıda yapılan açıklamalara bakıldığında da, hukukun, ne şekilde özerk bir sahneye itildiği ortaya koyulmuştur; fakat bu sahne devlet dışı bir sahneyi ifade etmez. Devlet aygıtından ayrışmış olması için -ki asla gerçekleşmeyecek- hukukun sahip olduğu yapısal çelişkiyi içerip aşması ve sadece özel hukuki ilişkileri düzenlemesi başlıca gerekliliklerdendir. Fakat bu liberallerin bir önermesidir, reel sahnede karşılığı olmadığı da ayrıca basit bir tahlille anlaşılabilir.
Önerdiğimiz şey; hukukun sahip olduğu yapısal çelişkiyi içerip aşmaya çalışmak değil, bizatihi hukukun kendisinin aşılması, ötesine geçilmesidir. Önermenin tezlerinden biri de, hukuk biçiminin ötesine geçildiği oranda, sahip olduğu yapısal çelişkilerin de silikleşeceğidir.
Devlet aygıtının hukuk karşısındaki niteliğinin tespiti, politik birtakım kişilere karşı işlenen suçlarda failin bulunması için gereklidir. Ancak failin tespit edildiği ölçüde, hukuki ve hukuk ötesi mücadelenin kime karşı yürütüleceği belli olacak, kime karşı yürütüleceği veya kimin muhatap olacağına ilişkin bilgi de, bize doğru mücadele araçları yaratmamıza olanak sağlayacaktır. Hukukun sürekli gerilimler doğuran yapısal bir çelişki alanı olduğu ön kabulü, bizi, işlenen faili meçhul suçların doğası gereği faillerinin hep meçhul olarak kalacağı sonucuna ulaştıracaktır. Yanı sıra, yukarıda örneği verilen avukatların taleplerinin karşılanmayacağı, sayılan kimi suçlarda fail için devreye sokulan “cezalandırılmazlık ilkesi”nin geçerli kalacağı, hukuk düzeninin aslında hiçbir zaman mükemmelleşemeyeceği, daha doğru bir tabirle “tamamlanamayacağı” gerçeği, bahsedilen ‘hukuk ötesi’ nin ancak toplumsal mücadelelerin ilgili formlarında karşılık bulacağını ortaya koymaktadır.