‘’Ülke içerisinde kendine sol-sosyalist diyen aynı zamanda demokrat, aydın, yazar, çizer diyen kurum, parti ve kişilerin açıkladığımız deklerasyon maddelerinin anayasal düzlemde yeri olmasına rağmen ses çıkarıp sahiplenmemeleri toplumsal olan insanı derinden yaralamıştır.’’ Bu sözler açlık grevinde bugün itibariyle 135 günü dolduran siyasi tutsaklar adına açıklama yapan Deniz Kaya’ya ait. Yapılan açıklama aslında aylardır gündemde olan; fakat bir türlü kitlesel bir kamuoyu oluşturamayan herkese dönük haklı bir eleştiridir.
Bugün kimi eylemcilerin açlık grevinde kritik eşigi geçtiği, basında yer alan haberlere göre bazı eylemcilerin özellikle zor cezaevi koşullarında çeşitli fiziksel travmalara, hastalıklara maruz ‘bırakıldığı’ neredeyse bütün kamuoyu tarafından bilinir hale gelmiştir. Siyasi tutsakların taleplerine, devletin kulak asmadığı her geçen dakika durum ne yazık ki daha da vahimleşmektedir. Nitekim 15 siyasi mahkûm, süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi eylemlerini ölüm orucuna dönüştürdüklerini duyurmuşlardır.
Leyla Güven öncülüğünde başlatılan, devamında ise binlerce kişinin dâhil olduğu açlık grevi eylemlerinin konusu talepler gayet açık ve net: Siyasi tutsaklar üzerindeki insanlık dışı tecrit uygulamaları kalksın ve ‘hukuk’ askıya alındığı yerden tekrar olması gereken yere iade edilip bu bağlamda işlerliği tekrar tesis edilsin. Tecrit, başta Anayasa olmak üzere, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanununa, AİHS’nin 3. maddesine (ki bu Türkiye açısından Anayasa’nın da üzerinde bağlayıcılığı olan bir madde) ve daha birçok maddesine, BM’nin siyasi tutuklulara ilişkin verdiği kararlara, BM Genel Kurulu’nun tutuklular hakkındaki kararlarına ve sayılabilecek daha birçok gerek yerel, gerekse uluslararası hukuk kaidelerine aykırıdır. Bu bağlamda açlık grevi eylemleri ile ortaya konan taleplerin hukuki haklılığını tartışmaya gerek bile yoktur. Meraklısı için, açlık grevleriyle ilgili ahlak, tıp etiği, hukuk ve devlet gibi konular için TTB’nin hazırladığı ‘Açlık Grevleri ve Mahkûmlarla İlgili Diğer İnsan Hakları Konuları’ adlı rapor incelenebilir.
Gelinen aşamada eylemcilerin kararlılıkları (gerek cezaevlerindeki yaklaşık 7000 bin kişi, gerekse dışarıda ve dünyanın birçok yerinde onlarca kişi), bizi doğabilecek üzüntü verici sonuçlara ilişkin çok derin endişelere sevk etmektedir. Herkesin malumu olduğu üzere siyasi mahkûmlar; Anayasadan, Türkiye’nin taraf olup hükümlerine uyma yükümlülüğü altında olduğu uluslararası sözleşmeler ile hukuken korunan (korunması gereken) haklarının iade edilmesi savaşı vermektedirler. Konuya dair haklar, yasa, sözleşme veya hukuki görüşler çokça yazılıp çizildiği için bu yazının konusu dışında bırakılmıştır. Zaten birçoğumuzun malum olduğu(bilinç) bu hakların, talep edilmesi noktasında kurgulanan eylemselliklerin bir karşılığının oluşturulması, kamuoyu yaratılmasında kimi çabaların sarf edilmesi (bilincin vücut bulması, somutlaştırılması) önümüzde en acil ve ‘hayati’ bir görev olarak durmaktadır.
Yukarıda sözü edilen haklı talepler (hukukun işletilmesi) en yalın haliyle aslında bugünkü iktidarın temsilcisi olduğu sınıfın(burjuva) yasalaştırdığı hükümlerin uygulanmasını, özü itibariyle bir tür işkence olan Tecrit’in kaldırılmasına yöneliktir.
Siyasi mahkumların açlık grevi eylemlerinin geldiği aşamada (ekonomik, ticari veya politik) Türkiye hükümetini/devletini zorlayabilecek sözgelimi AİHM, Avrupa Konseyi, CPT(Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi) gibi Avrupa kurumlarından bir aksiyon beklemeye lüksümüz bulunmuyor. Nitekim daha öncesinde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça eylemlerinde ve tutuklanmalarının devamında AİHM ‘in bir ‘cezaevi hastanesinin’ hazırladığı rapora atıfta bulunarak, sağlık durumlarının cezaevi koşullarına uygun olduğu gerekçesiyle(!) salıverilme taleplerine red kararı verilmişti. Benzer biçimde CPT gibi görece sahada aktif olarak yer almaya özen gösteren ve hazırladığı raporlar doğrultusunda kimi hükümetlere baskı gücü oluşturabilen veya geri adım attırabilme kapasitesine sahip bir örgütün, örneklemek gerekirse 2017 yılında hazırladığı raporu Türkiye; hapishaneler ve gözaltı merkezlerindeki raporunu, Avrupa Konseyi üyesi 45 ülke arasında yayınlamayan tek Avrupa Konsey üyesi.
Hukukun Siyasallaşması
Biraz da yakın geçmişe gidersek; gizli tanık uygulamasının ilk kez kullanıldığı, çeşitli söylencelerin kovuşturmaya delil teşkil edildiği, dava birleştirmelerinin keyfi bir hal aldığı, hükümetin doğrudan müdahil olduğu ve sıralanabilecek daha birçok hukuksuzluğun bir araya geldiği Ergenekon davası, avukatların müvekkilleri savunması gerektiği yerde, müvekkillerin kendi avukatlarını savunmak zorunda kaldığı ÇHD üyesi avukatların yargılandığı ve kimisinin tutuklu olduğu dava, muhalif kıyımın somutlaştığı Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarının çeşitli örgütlere üye olduğu iddiası ile tutuklandığı, bu çalışanların bazılarının bugün Bölge Adliye Mahkemesi’nin verdiği kesinleşme kararı bağlamında tekrar cezaevine girdiği koşullarda(karar hukuki olarak incelendiğinde Anasaya’nın 2, 5 ve 10.maddelerine aykırılık apaçık görülecektir.) hukukun işlerliğini tartışmak çok da anlamlı değildir diye düşünüyorum. Başka bir deyişle hukukun siyasallaştırıldığı, anti demokratik uygulamaların olağanlaştığı ve yargının, yürütmenin muhalefete yönelik baskı ve sindirme aracına dönüştürüldüğü bir ortamda hukuki taleplerin politikleştirilmesi zorunlu olup pasif ve savunmada kalan bir hukuk pratiği ile sonuç alınamayacağı ortadadır.
Mevcut yürürlükte olan pozitif hukuk kuralları esasında burjuva ideolojisinin kapsamını aşacak niteliklerden yoksundur. Fakat devrimcilerin politik bilinci, hukuku da siyasallaştırabilecek ve mevcut hukuk kurallarının kapsamını aşabilecek ölçüde ‘yeterli’ dir. Hukuka siyasal bir öz kazandırmak da ancak devrimci niteliğinin -ki bu nitelik tartışmalıdır- ortaya çıkarılmasıyla, yok ise yaratılmasıyla mümkün olabilir. Bu da eğer sosyalist bir dünyada yaşamıyor isek güncel politik sorunlar karşısında konumlanış ile somut ve politik bir anlam kazanabilir. Somutlaştırmak gerekirse, genelde hukukçu kimliğine sahip olanların (hukukçu kimliği kesinlikle bir ölçüt değildir, sadece yazının gidişatı ile ilgili bir kavramlaştırmadır) daha özelde ise devrimci hukukçuların görevi sadece yasaların işletilmesini sağlamak değil, aynı zamanda asgari düzeyde dahi uygulanmayan burjuva yasalarının, daha da özelde bunlardan sosyalist düzlemde ‘yasal’ statüye kavuşturulabilecek bütün norm, kanun, hüküm ve ahlak ilkelerinin uygulanması için çaba sarf etmek, uygulanmasının önüne geçildiği özellikle bugünlerde uygulanmasını sağlamak, işletilmesi için engel olan tüm kurum ve kişiliklerin ifşa edilmesi (yukarıda örnekleri verilen evrensel hukuk kaidelerine sözde sahip kimi kurumların gibi..) bir yandan, diğer yandan ise kamuoyu baskısı oluşturan veya oluşturabilecek potansiyele sahip bütün unsurların yanında saf tutarak ‘’Bizler adil hukuka inanmış sosyalist veya yurtsever hukukçular olarak buradayız ve bu barikatları birlikte aşacağız!’’ mesajını en güçlü biçimde vermek. Yazının en başında yer verilen eleştiriye geri dönersek, ‘’…toplumsal olan insanı derinden yaralamıştır.’’ serzenişi aslında toplumsal bir varlık olan ve sadece bu toplumsallıkla var olan insanların, yani bizlerin, en temel hak olan yaşam hakkının korunması noktasında, toplumsal olmanın yüklediği en asli ve asil yaşamsal görevi ne kadar da eksik yerine getirdiğimizi apaçık ortaya koymaktadır. Sesimizi yükseltmediğimiz her gün, her saniye bedenlerini ölüme yatırmış insanlarımızın, yarın öbür gün, hatta bugün acı haberlerini duymayacağımız ne malum. Kaldı ki tecridin kaldırılması talebi sadece hukukun konusu değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız ülke ve komşu ülkelerin geleceklerinde, halklar arası barışın tesisi için de yerine getirilmesi gereken ‘en’ zorunlu koşuludur.
O halde tecrit kalksın, hukuk işlesin!