2 Ekim günü Suudi Arabistan vatandaşı Washington Post yazarı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ülkesinin İstanbul’da bulunan Başkonsolosluğu’na girmesi ve bir daha kendisinden haber alınmaması olayı üzerine başlayan süreç, nihayet Suudi Arabistan yönetiminin olayı ‘’yanlışlıkla işlenmiş bir cinayet ‘’ şeklinde itiraf etmesiyle daha da karmaşık bir hal almış durumda. 2 Ekim gününden bu yana işlenen cinayetin siyasi bir cinayet mi olduğu yoksa adi bir suç mu teşkil ettiği çokça tartışıldı. Gelinen noktada içinde halen birçok soru işareti bulunduran cinayet, Türkiye açısından kapanmış gibi gözükse de uzun vadede etkilerinin hissedileceği anlaşılıyor.
Cinayetin Sebepleri Üzerine İddialar!
Ortadoğu konusunda deneyimli gazeteci Fehim Taştekin’in değerlendirmesine göre (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45859422 Erişim tarihi : 23.11.2018); olay Cemal Kaşıkçı’nın, Suudi Arabistan yönetimini eleştiren bir gazeteci olması sebebiyle öldürülmüş olmasına indirgenemeyecek düzeyde ve hatta Kaşıkçı’nın sadece gazeteci olmadığı aksine siyasi bir figür olduğu yönünde. Buna ek olarak Kaşıkçı’nın talep ettiği evlilik belgesi için Washinton Konsolosluğu tarafından Türkiye’ye yönlendirilmiş olması, Körfez Basınının Kaşıkçı’nın İhvan, Türkiye ve Katar’la olan ilişkilerine yoğunlaşmış olması, hakikaten de Kaşıkçı’nın ‘’muhalif gazeteci’’ kimliğinden fazlası için öldürülmüş olabileceği ihtimalini akla getiriyor.
Gerçekten de Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vehhabiliğe mesafesi ve Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği İhvan’a yakınlığı bilinen bir gerçek. Hiçbir zaman sert bir dille Suudi yönetimini eleştirmemiş olsa da, Kaşıkçı’yı ülkesinden kaçmaya iten nedenlerin başında bunun geldiğini söylemek yanlış olmaz ( https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45897906 Erişim tarihi : 26.11.2018). Bunun dışında, İhvan’ın ülkedeki tarihsel süreçte Afganistan’da Sovyetlere karşı Vehhabi- Selefi savaşçılarla birlikte hareket ettiği, ancak son yıllarda statükoya alternatif! ve sakıncalı görüldüğü bu yüzden Suudi Yönetiminin kendisine karşı tavır aldığı, 2013 yılından itibaren Kaşıkçı’nın, Türkiye ve Katar’ın da desteğini alan İhvan’dan yana saf tuttuğu da bilinen bir gerçek. Yine değerlendirilmesi gereken bir başka nokta: Kaşıkçı’nın Vehhabi gelenekten sapma yaşadığı iddia edilen Kral Faysal’ın oğlu Turki Bin Faysal ile olan münasebeti. 24 yıl boyunca Suudi İstihbaratının şefliğini yapan Turki Bin Faysal’ın 2003’te Londra’da 2005’te Washington’da danışmanlığını yapan, El Kaide ve Usame Bin Ladin ile temas eden, Taliban ile röportajlar yapan ve 11 Eylül gibi önemli dosyalara vakıf olan kişi de Kaşıkçı. Tüm bu doneler birlikte değerlendirildiğinde meselenin gazeteci cinayetini aşar nitelikte olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye’nin Cinayet Karşısındaki Tutumu Ve Kronoloji
Yine çokça tartışılan konulardan bir diğeri de Türkiye’nin bu vakada uluslararası hukuktan doğan yetkilerini etkili kullanıp kullanmadığı ve kullanmamasının sebepleri oldu (https://www.dw.com/tr/suudi-ba%C5%9Fkonsolos-sorgulanabilir-miydi/a-45918130 Erişim tarihi : 23.11.2018). Bu konuda ülkede açılan soruşturmanın kadük kalması, Suudi yönetimin uluslararası bir soruşturmaya gerek görmediği yönündeki açıklamaları ve cinayete bulaştığını iddia ettiği kişileri tutuklamış olması, Türkiye’nin cinayeti adli bir vaka değil Suudi Arabistan ile ilişkilerini zorlayacak bir siyasi eylem olarak dikkate aldığını ve buna göre hareket ettiğine işaret ediyor. Hakikaten de, 2 Ekimden sonra kendisinden haber alınamayan Kaşıkçı ile ilgili İstanbul Başsavcılığı 6 Ekim tarihi itibariyle soruşturmayı başlattı. Bundan önce Türk Yetkililer 4 Ekimde 1963 Viyana Sözleşmesi kapsamında incelemede bulunmak için yetkilendirme talep ettiklerini belirttiler ise de Suudi Yönetimi üzerindeki uluslararası baskıların yoğunlaşması üzerine arama ve inceleme işlemleri ancak 16 Ekimde gerçekleştirildi ve incelemelerden hemen önce Suudi Başkonsolos ülkeden ayrıldı (https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45813519 Erişim tarihi: 23.11.2018) . Ve nihayet 20 Ekim’de Suudi Arabistan Kaşıkçı’nın ‘’ sorgu esnasında çıkan tartışmanın yumruk kavgasına dönüşmesi sırasında öldüğünü’’ kabul etti. Ancak bu tarihe kadar, Suudi Arabistan’dan gelen ve aralarında adli tıp uzmanının olduğu 15 kişilik infaz ekibinin Kaşıkçı’yı infaz ettiği, cesedinin parçalanarak konsolosluk binasının dışına çıkarıldığı ve yok edildiğine yönelik birçok haber uluslararası basında servis edildiği gibi, bir yandan olay gününe ilişkin ses ve görüntü kayıtlarının olduğu ve yine Batılı İstihbaratçıların ilgili makamlarla bu bilgileri paylaştığı ajanslara düştü (https://www.haberturk.com/cemal-kasikci-olayi-suudi-suikast-timi-iddiasina-adi-gecenler-kim-2185240 Erişim tarihi :23.11.2018).
Türkiye’nin Uluslararası Sözleşmelerden Doğan Hak Ve Yetkileri
Başkonsolosun apar topar ülkeden ayrılması, o gün konsoloslukta görevli personelin tanıklığına başvurulmamış olması, olay yerinde herhangi bir incelemenin yapılmamış olması, kısacası Türk Ceza Yargılamasına ilişkin sürecin derhal işletil-e-memesi Türkiye’nin ülkesinde işlenen bir cinayet karşısında uluslararası hukuktan doğan hak ve yetkilerini tartışmaya açtı. Gerçekten de Kaşıkçı cinayeti uzun bir aradan sonra Türkiye hukuk gündeminde yarım asır önce imzalanmış 1961 Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi ile 1963 Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana sözleşmesinin tartışılmasına vesile oldu. Türkiye’nin Bakanlık düzeyinde yaptığı açıklamalar, konsoloslara tanınan dokunulmazlıklardan ve bağışıklıklarından bahsededursun, her iki sözleşmede yer alan açık hükümler karşısında konunun uzmanı hukukçuları ikna etmeye yetmedi. Şöyle ki;
Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan hak ve yetkileri esas itibarıyla iki uluslararası sözleşmeye dayanmaktadır: Birincisi, 1957’de Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun diplomatik ilişkileri evrensel düzeyde düzenlemek üzere hazırladığı, 1961 Viyana Diplomasi İlişkileri Sözleşmesi (1961 Viyana Sözleşmesi)’dir. Bu sözleşme, diplomatların dokunulmazlık ve ayrıcalıklarına ilişkin modern hukuku oluşturmakla, diplomatlara tanınan sınırsız dokunulmazlık ve ayrıcalıklara standart getirmek gayesiyle düzenlenmiştir. İkincisi ise, Türkiye’nin 1975 yılında kabul ettiği 1963 Viyana Konsolosluk İlişkileri Sözleşmesi (1963 Viyana Sözleşmesi)’dir. Bu iki sözleşmede bağışıklıkların türü ve kimlere sağlanabileceği ayrı ayrı ele alınmıştır.
Bu kapsamda Büyükelçilik ve elçilik binaları ile büyükelçi, elçi ve diğer elçilik çalışanlarının hukuki durumları ile dokunulmazlıkları, 18.04.1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi’nde, Başkonsolosluk ve konsolosluk binaları ile başkonsolos, konsolos ve diğer konsolosluk çalışanlarının hukuki durumları ile dokunulmazlıkları ise, 24.04.1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi’nde düzenlenmiştir.
Konsolosluklar ve konsoloslar; diplomatik temsilcilik ve temsilci sayılmadıklarından, yalnızca bulundukları ülkede iş ve işlemlerini yaparlar. Büyükelçilik ve elçilik binaları ile büyükelçi, elçi ve diğer elçilik çalışanlarının tam bir dokunulmazlığı olduğu halde, başkonsolosluk ve konsolosluk binaları ile başkonsolos, konsolos ve diğer konsolosluk çalışanları bakımından tam dokunulmazlık öngörülmemiştir. Yine konsolosluk binaları gönderen devletin toprak parçası olmadığından ve sadece yargı/müdahale dokunulmazlığına tabi olduğundan, bu yerlerde işlenen suçlar ve hukuka aykırılıklar hakkında Türk kanunları tatbik edilir (http://www.hukukihaber.net/elcilik-veya-konsolosluk-binasi-temsil-ettigi-ulkenin-topragina-dahil-degildir-makale,6142.html Erişim tarihi : 23.11.2018).
Her iki sözleşmenin ortak yanı ise şudur: Başlangıç bölümlerinde iki önemli ilke ifade edilmiştir. Birincisi, diplomasi ve konsolosluk personeline dokunulmazlık ve ayrıcalık tanınmasına ilişkin bu sözleşmelerin devletlerarası dostça ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlayacağı beklenmektedir. İkincisi, bu sözleşmelerle tanınan dokunulmazlık ve ayrıcalıklar kişisel yarar sağlamaya değil, diplomatik ve konsolosluk işlevlerinin etkin bir şekilde yürütülmesine yöneliktir.
Netice olarak 24.04.1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi dikkate alınarak denilebilir ki, konsoloslukta görevli personele ve konsolosa bazı bağışıklıkların tanınmış olmasının yegane sebebi diplomatik iş ve işlevlerin kesintiye uğramaksızın yapılması ve ülkelerin dostane ilişkiler kurmasının hedeflenmesi nedeniyledir ve bu bağışıklıklar kişisel ve kati nitelikte değildir.
Bu kapsamda konsolosluk memurlarının bağışıklığının, resmî görevlerinin yerine getirilmesi sırasında işledikleri fiillerle sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de 1963 Viyana Sözleşmesi’nin 43. Maddesi gereği konsolosluk memurları resmi görevlerinin yerine getirilmesinde işledikleri fiillerle sınırlı olmak kaydıyla, kabul eden Devlet’in adlî ve idarî makamlarının yargısına tabi olmayacaktır. Bu maddenin mefhumu muhalifinden anlaşılan, resmi görevleriyle ilgisi olmayan bir suç söz konusu olduğunda – ki konsolosluk binasında birinin kaybolması ya da cinayete kurban gitmesi kuşkusuz bu kapsamdadır- kabul eden devletin yargı yetkisinin konsolosluk görevlileri ve diplomatlarını da kapsayacağıdır.
Yine konsolosluk görevlilerinin gözaltına alınmaları ve tutuklanmalarının ağır bir suç işlenmiş olması ve yetkili makamın kararı ile olabileceği sözleşmenin 41. Maddesi ile, görevleri kapsamında kalmayan hususlarda konsolosluk personelinin tanıklık yapmalarının zorunlu olduğu ve istisnai hallerde tanıklık yapmaktan çekinebilecekleri 43. Madde ile, konsolosluk binalarının münhasıran konsolosluk işlemlerinin yapıldığı kısmı hariç arama işlemine konu olabileceği 31. Madde ile düzenlenmiştir.
Bu düzenlemelere göre, Türkiye ortada açıkça ağır bir suçun varlığı ihtimalini gözetmiş olsa idi, konsolosluk görevlilerini gözaltına alabilir, tanıklıklarına başvurabilir, konsolosluk bina ve eklerinde arama ve inceleme işlemleri yaparak etkili bir soruşturma yürütebilirdi. Netice olarak nedendir bilinmez Türkiye, sözleşme ile kendisine tanınan ve uluslararası hukuktan kaynaklanan yetkilerini etkili bir biçimde kullanmamıştır. Oysaki Konsolosluk binasında işlenen suçun aynı sözleşmenin 55. Maddesi ile düzenlenen, kabul eden devletin kanun ve düzenlemelerine saygı göstermek zorunluluğunu ihlal ettiği çok açıktır.
Sonuç Yerine
Yukarıda da izah edildiği üzere, şimdilik Türkiye’de yargılamanın yapılmıyor olması, Türkiye’nin meseleden el çektiği yönünde değerlendirilmiş olsa da cinayet bir süre daha gündemimizde kalacak gibi görünüyor. Hatta Türkiye’nin Kaşıkçı cinayetine ilişkin kayıtları pazarlık malzemesi haline getirdiği bile iddialar arasında (https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2018/11/23/fisk-idlibde-kasikci-pazarligi-yapiliyor/ Erişim tarihi : 26.11.2018). Bu hususta örneğin The Independent’ın kıdemli Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Cemal Kaşıkçı cinayetine ilişkin 23.11.2018’de Gazete Duvar’da yer alan makalesinde, Türkiye-Suudi Arabistan-ABD ekseninde yaşanan gerilimin, İdlib’e dair bir pazarlık ile çözüleceğini öne sürdü. Fisk, Suudi Arabistan’ın İdlib’deki silahlı grupları ülkeye kabul etmesi karşılığında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın cinayete ilişkin yeni bir ses kaydını Batılı istihbarat kurumlarına vermeyeceğini öne sürdü. Şimdilik yargılamanın devam ettiği Suudi Arabistan’da ve olayın Türkiye kanadında neler olacağı ise bir muamma.
Yanıt Yazınız