Kağan Şeker Yazdı; Yurttaşlık Siyasetinin Esasları

Devlet ve Yurttaş İlişkisi Bağlamında Kamusallık: Yurttaşlık Siyasetinin Esasları

1- Devlet ve Yurttaş İlişkisine Bütüncül Bir Genel Bakış

Yazının başlığının kimileri için pek çok boş göstereni içerdiğinin farkındayım. Soyutlama düzeyinde ele alınması gereken kelimeler, boş gösteren olarak değerlendirilme riskini heybelerinde taşırlar. Biz de bu yazıda aslında, bu boş gösterenliğin sunduğu imkanlardan faydalanarak, bu kelimelere hakim düşünce tarafından yüklenen anlamlarla inşa edilen hegemonya projesine bir yanıt olarak inşa edilecek karşı  hegemonik siyaset için yeni anlamlar yüklemenin peşine düşeceğiz. 

a- Kimdir Devlet?

Bu çığlığı hepimiz anımsıyoruz. Bu çığlık, Samistal Yaylası’nda iş makineleri ve dozerin geçeceği güzergahın önüne sopasıyla dikilen Havva Ana’nın çığlığı. Ne diyordu Havva Ana: 

“Ne mahkemesi, kafayı mı yediniz? Mahkeme nedir? Mahkeme biziz. Devlet nedir? Devlet yok halk var. Kimdir devlet? Devlet bizim sayemizde devlettir.” 

Öyleyse, bu çığlığa kulak vermek ve sözümüzü buradan kurmak mecburiyetindeyiz. Yurttaşları için varolan bir devlet teorisini var etmek mecburiyetindeyiz. Devlet ve yurttaş kavramlarına dair bugüne değin yüzlerce tanım verildi, bunları izaha ve dolayısıyla tekrara girişmeye sanıyorum gerek yok. Yazının bağlamı ölçüsünde biz de bu tanımlardan yalnızca bazılarına başvurmakla yetineceğiz. Devletin ortaya çıkışına dair tartışma, son derece besleyici ve pozisyonumuzu tayin eder nitelikte olsa da tartışmayı buradan başlatmak niyetinde değiliz. Bu yüzden her ne kadar, yurttaşlık bahsinde Antik Yunan’dan hareketle bir izlek sunulacak dahi olsa devlete dair bu yazıda ileri sürülen tüm savların modern devlet parantezinde okunması gerektiğini söylemiş olalım.

Modern devletin bugün en kaba ve belki de en yaygın tanımı ile başlamak yerinde olacaktır: “Devlet; belirli bir toprak parçası üzerinde ve belirli bir insan topluluğu üzerinde zor yetkisini kullanma gücüne sahip olarak örgütlenmiş bir kurumdur.” Bu tanım içinde üç kurucu unsuru barındırmaktadır. Bunlardan ilki, belirli bir toprak parçasının varlığıdır. Yurttaşlık kavramının izahı için de hayli önem taşıyan bu unsur, devletin varlığı için bir toprak parçasının varlığını zorunlu kılar. Devletin kurulabileceği bir yurdun varlığı mühimdir, bu yurt, yurttaşlar arasındaki birliğin ve beraberliğin, yani bir aradalığın tutkalı olma vazifesi de görecektir nitekim. İkinci unsur, belirli bir insan topluluğunun varlığıdır. Yurt bahsinde sözü edilen bir aradalık kavramı aslında izlerini Platon’a kadar götürebileceğimiz bir kategoridir. Platon, devleti, bir arada yaşama zorunluluğundan doğan bir kavram olarak görür. Bu aslında halk egemenliği kavramının referans noktalarından biridir. İnsan unsurunun nasıl ele alınacağı belirlemektedir çünkü. Etnik bir referansla, geçmiş ve gelecek ile soyut bir birlikteliği imleyen millet kavramı yerine, belirli bir zaman ve belirli bir mekan üzerinde bir arada yaşayanları tarif eden bir kategori olarak halk, bu yüzden tercih sebebidir. Bu yönüyle aslında bir aradalıktan yola çıkan bir hat, yurt ve yurdun üzerinde yaşayan insan topluluğu ile öz ve biçim itibariyle farklı bir yurttaşlık bağı kurar. Üçüncü unsuru ise zor yetkisini tekeline alan siyasi egemenlik olarak tarif edebiliriz. Millet ve halk kavramları arasındaki çatışma bu unsurda da belirleyicidir. Zira, egemenliğin, millet egemenliğine mi yoksa halk egemenliğine mi dayanacağı yüzyıllardır süregelen tartışmalardan biri olduğundan millet ve halk kavramları, yurttaşın devlet karşısındaki konumunun tayini için ciddi bir anahtardır. 

Sözü yeniden Havva Ana’ya bırakacak olursak, kaba bir modern devlet tanımı ile yetinecek değiliz. Erken Marksist literatür, devletin, hakim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki tahakkümünü sürdürebilmesi için bir baskı aygıtı olarak görür. Bu işlev, devletin sınıflar karşısındaki konumu dolayısıyla yurttaşlar karşısındaki konumu ile kendini gösterir. Havva Ana’dan ve Marksist literatürden hareketle, devletin, doğrudan üretim ilişkilerinin bir sonucu meydana gelen bir yapı olması nedeniyle artık değer üzerine kurulu bir yapı olduğunu unutmamak gerekir. Bu nedenle, evet modern devlet-neoliberal devlet ezilen sınıfların devleti olmayabilir ancak ezilen sınıflar sayesinde devlettir. Öyleyse, bu devleti var eden yurttaşların devletten yegane talebi, kendi ayrıcalıklarının korunması olamaz çünkü bu ayrıcalıklar kendileri için değil yalnızca hakim sınıflar için tanınmıştır. Yurttaşların önünde duran yegane şey bir kopuş fikrinin peşine düşmektir.

b- Yurttaşlık: Bir Kopuş Fikri

Yurttaşlık, Antik Yunan’a dönmeden izah etmesi güç bir kavram. Bu nedenle, Antik Yunan’ın sınıflı ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin egemen olduğu bir toplum olduğunu göz ardı etmeksizin, yurttaşlık kavramı için açmış olduğu verimli araziye geniş bir çerçevede değinmek gerekir. İlaveten, demokrasi tecrübesinin siyaset felsefesi literatürüne en ciddi katkıyı sunduğu topraklar olan bu topraklarda, kamusallık tartışmalarına girizgah arz etmesi bakımından da yurttaşlık önemli bir başlık. 

Antik Yunan’da kamusal erdemi taşıyan ve kamusal niteliği ile var olan bir kavram olarak yurttaşlık, devlet işlerine katılımı ve polis’e olan aidiyeti barındırır. İlk elden, yeri polis değil oikos(hane) olan kadınların bu kamusal erdemden yoksun kılındığını ifade edelim. Antik Yunan’da özel alan ile kamusal alan arasında net bir ayrım çizgisi bulunmaktadır ve kadınların kamusal alana katılımı yok denecek kadar azdır. Antik Yunan’da özel yaşam kamusal yaşam ile kurduğu uyum nispetinde kıymetlidir. Kadınlar bu dikotomiyi, köleler ise sınıflı toplumu tehdit etmediği müddetçe erdemlidir. Özgür insan, polis’in yönetimine katılan insandır. Polis’in yönetimine katılma ayrıcalığı ise soyluların elindedir. Melih Cevdet Anday, Defne Ormanı şiirinde tam da bundan söz etmektedir: 

“Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı 

çünkü ekmeklerini köleler veriyordu onlara.” 

Özgür insanlar, iknanın, diyalogun ve katılımın beşiği kamusal erdem diyarı polis’te yönetime katılır çünkü ekmeklerini köleler verir onlara. Özgür insan olmak, köleliğin var olduğu bu sistemde, yalnızca soylulara tanınan bir ayrıcalıktır. Antik Yunan’ın devlet ve yurttaş arasındaki kamusallığın niteliğini olumlarken bunu asla unutmamak gerekir. Çünkü bu yurttaş hakları bahsinde asıl mücadelenin haklara erişim mücadelesi olduğunu göstermesi bakımından son derece önemli bir başvuru kaynağı olacaktır. 

Tüm metnin modern devlet parantezinde ele alınması gerektiğini yukarıda vurgulamıştık. Yurttaşlık düşüncesi, Antik Yunan polislerinden, Ortaçağ devletlerine kadar, pek çok siyasi örgütlenmede temel unsurlardan biri olarak ele alınmıştır fakat yurttaşlığın yalnızca ayrıcalıklıların eriştiği bir kategori olmaktan modern devlet ile birlikte çıktığı savına bütünüyle katılabilmek mümkün değildir. Burjuvazinin, aristokrasiye karşı elde ettiği zafer, eşitlik mücadelesinin ve haliyle yurttaşlığın zaferidir ama bu eşitlik mücadelesine ve haliyle yurttaşlığa asıl anlamını kazandıran proleteryanın burjuvaziye karşı vermiş olduğu mücadeledir. Dolayısıyla proleteryanın, burjuvaziye karşı vermiş olduğu mücadele neticesinde elde etmiş olduğu yurttaş hakları, neoliberal dönüşüm sürecinde burjuvazinin devleti kendi talepleri doğrultusunda yeniden çağırması ile birlikte alaşağı edildi.

Pierre Bourdieu, “İnsan Hakları, Yurttaş Hakları ayrımıyla o kopuş fikrini zihnimize yerleştiren yine Marx’tır”¹ derken aslında tam da bundan söz etmektedir. Bu yüzden bugün bu kopuş karakteri üzerine inşa edilecek bir yurttaşlık siyaseti örgütlemek gerekmektedir. Bugünün neoliberal düzleminde, en temel yurttaşlık taleplerinin dahi düzenin kıyısında yer aldığını göz önüne alacak olursak, bu kopuş karakteriyle düzenin kıyısında yer alan taleplerin peşine düşecek bir yurttaşlık siyasetinin önemini kavramış oluruz. Bir karşı hegemonik siyaset formu olarak yurttaşlık, düzeni ya kıyısındaki talepleri karşılamaya iterek düzenin kıyısına itecek ya da düzen dışı siyaseti ana akım zeminine taşıyacak. Bu kopuş fikriyle yüklü bir yurttaşlık siyasetine göre hizalanacak devleti bu kez biz çağırmak durumundayız. 

c- Rağmen mi Birlikte mi?

Klasik Burjuva İnsan Hakları teorisi, tüm mücadelesini yurttaşı devlete karşı korumak gibi bir yerde kurguladığından, yurttaşın devlet karşısındaki konumu daha çok devlet ile yurttaşın birbirine temas edeceği alanların en asgari düzeyde tutulması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, devletin asla müdahale etmemesi gereken alanlardır. Devlet genel nitelikte düzenlemeleri yapıp çekilmelidir ancak bu düzenlemelerin ihlali durumunda devreye girmelidir. Şayet mümkünse de devlet değil de devletin gücünü ve yetkisini tevdi ettiği piyasa kontrolündeki kurumlar devreye girmelidir. Bu yüzden insan hakları derken bundan neyi anladığımız belirleyicidir. Söz gelimi, üçüncü zümrenin, Fransız İhtilali sonrasında verdiği, seçme ve seçilme hakkı mücadelesi esasında aristokrasiye karşı verilmiş bir mücadeledir. Nitekim, seçme ve seçilme hakkının yalnızca belirli düzeyde vergi ödeyen “erkeklere” tanınmış olması bu hakkın kapsamının genişlemesi bakımından önemli olmakla birlikte proletaryanın, kadınların ve haliyle toplumun kahir ekseriyetinin ulaşamadığı bir hak olarak karşımıza çıktığının ispatıdır.  

Ernst Bloch’un aktardığı üzere, 1791 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi bir yönüyle dikkat çekmektedir. Bu bildirgede, devredilemez dört haktan söz edilir. Ancak bu dört hakkın başında mülkiyet hakkı gelmektedir, asıl çarpıcı olan mülkiyetin, güvenlik ve baskıya karşı direnme haklarından önce geliyor olmasıdır.² Haliyle, insan hakları rejiminin tüm çekirdeğinin mülkiyet hakkı üzerine kurulu olduğunu defaatle söylemek zorundayız. Diğer haklar, mülkiyet hakkına uyumu nispetinde kıymetli, anlamlı ve pek tabii korunmaya değerdir. 

Sanayi Devrimi sürecinde, işçilerin ağır koşullarda haftalık 70-80 saati bulan çalışma saatlerinin indirilmesi ve bunun beraberinde gelen kanunlaştırma süreci, proleteryanın yurttaşlık mücadelesinin en etkili örneklerinden biridir. Proleteryanın çalışma koşullarının iyileştirilmesi için verilen her mücadele, özünde yurttaşlık mücadelesidir. Zira, çalışma koşullarının iyileştirilmesi yaşama hakkını, sağlık hakkını, özel yaşam ve aile yaşamına saygı hakkı gibi pek çok hakkın kullanımını doğrudan etkilemektedir demek yeterli olmaz doğrudan belirlemektedir. Bu nedenle de sözünü ettiğim bu hakların da kıymetini, anlamını ve korunmaya değer niteliğini mülkiyet hakkına uyum ile kazandığını söylemek gerekir.

Öyleyse, hakların sınıfsal niteliğine dair bir bakış sunduğumuza göre, şimdi hakların tasnifinde en çok başvurulan metotlardan birine başvuralım. Hakların, dört kuşak hak olarak tasnif edildiği bir yaklaşım bu ancak biz yalnızca iki kuşak haktan söz edeceğiz şimdilik. Bu tarif, tarihsel bir bakış sunması bakımından kıymetlidir. Birinci kuşak haklar, medeni ve siyasal haklar olan klasik haklar olarak da nitelendirilir. Burjuvazinin en temel taleplerini içerir bu haklar. Nitekim, içtihatlarda da klasik burjuva insan hakları kuramının temel insan hakları olarak kabul ettiği haklar bunlardır. Bu haklar bir yönüyle negatif haklar olarak da açıklanabilir. Yani devletin negatif yükümlülüğünden kasıt, devletin müdahale etmeme yükümlülüğü demektir. Söz gelimi mülkiyet hakkı devletin negatif yükümlülüğü bulunan haklardandır. Bu başlıktaki hakları sayacak olursak: Mülkiyet hakkı, eşitlik hakkı, yaşam hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı. 

İkinci kuşak haklar, esasen ilk kuşak hakların eleştirisidir de bir yerde. Çünkü ilk kuşak hakların sınıfsal niteliği malumdur, bu haklar yalnızca burjuvazinin erişebileceği bir dizi hakkı içermektedir. Mülkiyet hakkının tüm yurttaşlar için tanınmış olması doğrudan bu hakkı herkesin kullanabileceği sonucunu doğurmaz. Boş zaman yaratma imkanından yoksun bir proletaryanın pek çok hakka erişimi, çoğu zaman imkansızdır. Seçme ve seçilme hakkının, yalnızca belirli düzeyde vergi verenlere tanınmış bir hak olduğu dönemde meselenin sınıfsal niteliği tartışmasızdır. Ancak işçi sınıfı tarafından genel oy hakkının kazanılması ile birlikte seçme ve seçilme hakkının bir yurttaşlık hakkına dönüşmesine karşın, toplumun çoğunluğunu oluşturan proletaryanın parlamentoların çoğunluğunu oluşturduğunu söyleyemeyiz. İkinci kuşak haklar, tüm bu savlardan hareketle, birinci kuşak hakların sınıfsal niteliğini gözler önüne sermektedir. Hatta haklı olarak Albert Szymanski, Lenin’in, söz konusu hak ve özgürlüklerin işçi sınıfı için çok az bir anlamının ve ilgisinin olduğunu, bu hak ve özgürlüklerin kapitalist sömürünün dar sınırları tarafından kuşatıldığını ve yalnızca mülk sahibi azınlıklar için var olduğunu aktarır. Ayrıca Lenin kapitalist toplumlarda özgürlüğün Antik Yunandaki gibi kaldığını vurgular.³ Bu yoksulluk altında kamusal ve siyasi hayata katılmak yalnızca bir ihtimalden ibarettir.

İkinci kuşak haklar ile birlikte ki bunu sözünü ettiğimiz bağlamda bir yurttaşlık mücadelesi olarak ifade etmekten kaçınmamak gerek. Bu haklar, ilk kuşak hakların yanı sıra pozitif haklardır. Devletin, hakların kullanılması için pozitif yükümlülükte bulunması yani gerekli hizmeti sunması demektir. İkinci kuşak hakları sayacak olursak: Çalışma hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı, sağlık hakkı, barınma hakkı, beslenme hakkı, konut hakkı, dinlenme hakkı, parasız öğrenim ve eğitim görme hakkı. Devlet bu hakların sağlanabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri yapmalıdır. Kamu hizmeti olarak devlet kar amacıyla değil kamusallık gereği olarak bu alanlarda faaliyet yürütmelidir. Çünkü bu haklar müdahale edilmeyerek hakim sınıfların ayrıcalıklı pozisyonlarını perçinleyerek geri çekileceği haklar değil bilakis kamu hizmeti olarak faaliyet yürütmesi gereken haklardır. Bu bahis önemli. İkinci kuşak hakların ilk kuşak haklar gibi negatif haklar olmaması nedeniyle hakların temel hak ve özgürlükler olarak kabul edilemeyeceği ileri sürüldü klasik burjuva insan hakları teorisyenleri tarafından. Bu fikrin temelinde yatan şey, burjuvazinin sınıfsal pozisyonu gereği, devlet ile kurduğu ilişkidir. Burjuvaziye göre yurttaş devlete rağmen yurttaştır. Devlet bu alanlara dokunmamalı ve bu ayrıcalıklı pozisyonu bertaraf edecek her şeyden kaçınmalıdır. Dolayısıyla devletin müdahale ederek tesis ettiği bir hak, temel hak ve özgürlük olarak kabul edilemez. Fakat bu sav daha ilk kuşak haklar için kabul edilebilir değildir. Örneğin, ilk kuşak haklarda yer alan tarafsız bir yargıç önünde yargılanma hakkı, yerleşik dil ile biz adil yargılanma hakkı diyelim buna. Bunun tesisi için devletin kamu hizmeti olarak bir yargı örgütü kurması, buna uygun istihdam yaratması ve neticesinde gerekli yükümlülükleri yerine getirmesi gerekir. Öyleyse burada, yalnızca bir müdahale etmeme kriterinden nasıl söz edeceğiz? Klasik burjuva insan hakları teorisinin düğümlendiği pek çok başlıktan biri elbette budur. Bu sebeple ikinci kuşak haklar, devlete yeni pek çok başlığın kamu hizmeti olarak devletin faaliyetleri arasında girmesini dayatmaktadır. Doğrudur, devlet, eğitimi parasız yapmalıdır. Eğitim bir kamu hizmetidir çünkü. Devlet sağlık hakkını tesis etmek için hastaneler kurmalıdır. Tüm bu haklar yalnızca ayrıcalıklı bir kesimin ulaşabildiği haklar olmaktan çıkmalıdır. Sonuç olarak, sosyalist bir programa göre yurttaş devlete rağmen değil devletle birlikte yurttaştır.  

d- Bir Örnek: TİP’in Anayasa Mahkemesine açtığı davalar

Devlet ve yurttaş ilişkisinde haklara ilişkin genel bir çerçeve çizmiş olduk. Bu başlıkta tarihsel bir pratiğe işaret etmeyi son derece önemsiyoruz. 1961 Anayasası ile birlikte, kanunların ve TBMM içtüzüğünün anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere Anayasa Mahkemesi kurulur. Kanunların anayasaya aykırılığı iddiası ile iptal davası açma hakkı TBMM’de temsilcisi bulunan siyasi partilere tanınır. Yürürlükte olan kanunlar bakımından ise bir geçici madde hükmü konulur, Anayasa Mahkmesinin kuruluşundan itibaren 6 ay içinde yürürlükte bulunan bir kanunun anayasaya aykırılığı gerekçesiyle iptal davasının açılabileceğine yönelik bir hükümdür bu. Ankara Senatörü Niyazi Ağırnaslı’nın Türkiye İşçi Partisine katılmasıyla birlikte, başvuru süresine 18 gün kala Türkiye İşçi Partisi, yürürlükte olan kanunların anayasaya aykırılığı iddiasıyla iptal davası açma hakkını kazanır. Türkiye İşçi Partisi bu süreçte ve partinin 1965 seçimleri sonrasında TBMM’de grup kurarak bu hakkı elde ettiği süreçte toplam 40 tane iptal davası açmıştır. Bu 40 iptal davasından 24’ü Niyazi Ağırnaslı’nın partiye katıldığı günden, başvuru süresinin sona ereceği bu 18 gün içinde gerçekleştirilmiştir.⁴

Türkiye İşçi Partisinin bu dönemde vermiş olduğu mücadele bir kutup yıldızı niteliği taşımaktadır. Toplumsal mücadele ile parlamenter mücadeleyi bir aradan yürüten parti, bir yandan geniş kitlelere ulaşırken bir yandan da devlet ile yurttaş ilişkisinin ölçütlerini tayin eder bir varlık göstermiştir. Nihat Sargın, Türkiye İşçi Partisinin iptal davası stratejisine ek olarak parlamentodaki yasa tekliflerini dört başlıkta ele almaktadır⁵: 

A – Milli bağımsızlık ve kalkınma yolunda ana sorunları çözmek üzere getirilen üç yasa önerisi: ‘Toprak reformu’, ‘bütün petrol işlemlerinin TPAO’nun tekeline alınması ve TPAO’nun KİT yapılması’, ‘yabancı sermaye teşvik yasasının kaldırılması’;

 B – Emekçilerin haklarını koruyucu ve geçimlerini kolaylaştırıcı beş yasa önerisi: ‘İşsizlik sigortası yasası’, ‘tarımda ortakçılık ve kiracılığı düzenleyen yasa’, ‘araziye giden işçilerin yolluklarının arttırılması’, ‘lokavtın kaldırılması ve grev yasaklarının en aza indirilmesi’, ‘çiftçilere tohumluk verilmesinde büyük toprak sahiplerini kollayıcı hükümlerin kaldırılması’; 

C – Emekçi halk çocuklarının okumalarını kolaylaştırıcı iki yasa önerisi: ‘İlkokul öğrencilerinin okul araç ve gereçlerinin bedava sağlanması’, ‘köy bölge okullarının kurulması’; 

D – Emekçi halkın vergi yükünü hafifleten ve doğacak gelir kaybının yabancı şirketlerle büyük gelir sahiplerinin gelirlerinden alınacak vergilerle karşılanmasına ilişkin dört öneri

Esasen iptal davaları ve yasa teklifleri, yurttaşlık siyasetinin nereden kurgulanması gerektiği bakımından ciddi bir yol göstermektedir. Elbette 1961 Anayasası bu anlamda, sınıfsal mücadeleye olanak tanıyan, onun imkanlarını genişletmeye müsait bir metindir. Bu yönüyle içinde bulunduğumuz koşullarla kıyas götürmeyeceği açıktır. Nitekim Mehmet Ali Aybar’ın ve Behice Boran’ın 1961 Anayasasına dair yapmış olduğu açıklamalar, Anayasanın sosyalist bir yoruma hatta düzene olanak verdiğini göstermektedir. Özgürlükler konusundaki kavrayış da bu süreci tamamlamaktadır. Hürriyet konusunda önemli olan sadece yasakların bulunmaması değil, fiili imkanların mevcut olması şeklinde özetlenmektedir. 

“Yukarıda saydığımız hak ve hürriyetlerden bugün sadece belli sınıflar, zenginler, yüksek gelirli olanlar faydalanmaktadır. Büyük halk kitleleri için bu hak ve hürriyetler erişilmesi imkansız hayallerdir. Anayasanın gerekçesine göre Sosyal devlet, emekçi, dar gelirli halk kitlelerini bu hak ve hürriyetleri fiilen kullanabilecek duruma getirmekle görevlidir.”⁶

Yine “İşçi sınıfı ile öbür emekçi sınıflar bilinçlenip Anayasanın tanıdığı hak ve hürriyetlere sahip çıktıkları, politik alanda örgütlenmelerini tamamlayıp komprador burjuvaziyle toprak ağaları karşısında ağırlıklarını koydukları zaman, Anayasa düzeni sosyal temellerine oturacak, gerçekten işler hale gelecektir.”⁷

Son olarak “Bütün bu nitelikleriyle Anayasa kapitalizmi reddetmektedir, kapitalist yoldan kalkınmaya kapalıdır, sosyalizme ise açıktır. Getirdiği tam bir sosyalist düzen değildir, ama toplumun sosyalist yönde gelişmesine açıktır.”⁸

 Bu yüzden TİP’in AYM’de açtığı davalarda ileri sürdüğü talep: Anayasanın muntazaman ve tastamam uygulanmasıdır. Bunun temelinde yatan şey, yurttaşlık haklarının temelini oluşturan sosyal hakların anayasal düzeyde korunmasından ileri gelmektedir. Öyleyse aslında yazının başından bu yana tariflediğimiz formülü TİP gerçekleştirmiştir. Tarihsel bağlamda proleteryanın mücadelesiyle kazanılmış olan ikinci kuşak haklar üzerinden yükselen bir yurttaşlık mücadelesi, günün sonunda sosyalist bir pratik için uygun koşulların hazırlanması da demektir. Bu nedenle, burjuva demokratik devletini, yurttaşlık siyaseti öncülüğünde zorlamak, günün sonunda işçi sınıfının kendi kazanımlarına sahip çıkması demektir.  Bugün de Türkiye İşçi Partisinin barınma hakkı için, temel ihtiyaçlara erişim için faturaların bir kısmının devlet tarafından karşılanması için TBMM’ye sunmuş olduğu kanun teklifleri, o günün aksine daha da farklı bir yerde durmaktadır. Çünkü neoliberal dönüşüm ile birlikte bugün sözü edilen talepler düzen içi talepler olarak adlandırılamaz. Bugün bu talepler, refah devletinin alaşağı edildiği ve burjuvazinin devleti kendi çıkarları doğrultusunda çağırdığı neoliberal bir dönemde düzenin kıyısında durmaktadır. 

2- Devletin Yükümlülükleri Rejimi

Yazının ilk bölümünde, devlet ve yurttaş ilişkisini kamusallık bağlamında bütüncül biçimde ele almaya çalıştık. Bu bölümde ise halihazırda içinde bulunduğumuz koşullarda neoliberal dönüşümün hukuk ile nasıl gerçekleştirildiğinin çerçevesini çıkaracak, ilk bölümde ortaya koymuş olduğumuz yurttaşlık siyaseti bağlamında düzenin kıyısındaki talepler ile birlikte devletin tüm yurttaşlar için yeniden çağırıldığındaki faaliyetlerine ilişkin kimi esasları ortaya koymaya çalışacağız. 

Yurttaşlık siyaseti bağlamında, devletin yurttaşların haklarını kullanabilmeleri için pozitif yükümlülüklerinin bulunduğunu vurgulamıştık. Bu yükümlülükler kendisini idari faaliyetlerde göstermektedir. Bu nedenle bu başlık bütünüyle, devletin yükümlülükleri rejimi olarak ele alınacaktır. Devletin halihazırda yürütmekte olduğu dört ayrı faaliyet mevcut bunlar: Kamu hizmeti, kolluk faaliyeti, özendirme ve desteklendirme faaliyetleri ve son olarak regülasyon. Biz yazının kapsamı nedeniyle kolluk faaliyetine bu bahiste değinmeyeceğiz.

a. Neoliberal Dönüşümün Devlet Faaliyetlerinde Görünümü

1970’li yılların başındaki hegemonya krizi, sermayeyi yeni bir yanıt aramaya itti. Neoliberalizm tam da bu noktadan, devletin sermaye sahipleri için çağırılması demekti. Yurttaşların ekonomik ve sosyal hakları tırpanlanacak, devlet kamu hizmeti niteliği taşıyan pozitif yükümlülüklerinden mümkün olduğunca sıyrılacak, sıyrılamadığı başlıklarda bu hizmetlerin görünüşünü şirketler aracılığıyla gördürecek, kamu kaynakları özelleştirilerek sermaye gruplarına aktarılacaktır. Bu dönüşüm ile birlikte özelleştirme politikaları sonucu devlet kamu hizmetini gören bir pozisyondan kamu hizmetini denetleyen daha az müdahaleci yalnızca gözetleyen bir yapı haline bürünmüştür. Bilhassa devlet enerji, sermaye, finans ve para piyasaları gibi pek çok alanda, hizmeti gören bir aktörden ziyade hizmeti gören şirketlerin esenliğini gözeten bir yapıya dönüşmüştür. Bu dönüşümün tesisi hukuki yapı içinde pek çok alanda düzenleme gerektirmiştir. Bu dönüşümü uygulamak için de öncelikle idari faaliyet başlıklarından olan ve kamusallığın kalbi olarak kabul edilen kamu hizmetleri tırpanlanmış devletin bu kamu hizmetlerinin görünüş usullerinde ibre şirketler tarafından gördürülmeden yana dönmüştür. Yap İşlet Devret gibi kamu özel işbirliği projeleri, hazine garantili ihaleler, doğrudan temin usulleri hepsi kamu hizmetinin bir dağıtım ağının parçası haline getirilmesinin birer örnekleridir.

b. Kamu Hizmeti

i- Kamu Hizmetine Hakim İlkeler ve Kamu Hizmetinin Görünüş Usulleri

Bu bahiste kamu hizmetine hakim birkaç ilkeden söz etmek gerekir. Kamu hizmetine hakim üç ilkeden söz edebiliriz. Bunlardan ilki, süreklilik ilkesi, ikincisi uyarlama ve üçüncüsü de eşitlik ilkesidir. Süreklilik ilkesi kamu hizmetinin, kesintiye uğramasının mümkün olmamasını ifade ederken, uyarlama ilkesi ise günün koşullarına uygun olarak kamu hizmetinin uyarlanabileceğini gösterir. En önemli ve aslında ayırt edici unsur ise eşitlik ilkesidir. Kamu hizmeti tüm yurttaşlara eşit olarak sunulur. Bu eşitliğin de unsurlarını açıklamak gerekir. Kamu hizmeti tarafsız niteliktedir. Devlet kamu hizmetini eşitlik ilkesine uygun olarak tarafsız olarak sunmak durumundadır. Elbette devletin açıkça bir sınıfın tarafı olduğu yerde, kamu hizmetinin de tarafsızlık niteliği tartışmalıdır. Eşitliğin bir diğer unsuru ise meccaniliktir. Meccanilik, kamu hizmetinin bedelsiz olarak görülmesidir. Bu unsura “leyli meccanilik” örnek gösterilebilir. Bugüne parasız yatılı diye tercüme edebileceğimiz bu kavram aslında meselenin özeti niteliktedir. Eğitim bir kamu hizmetidir ve devlet bu kamu hizmetini, eşit, tarafsız ve meccani olarak sağlamakla yükümlüdür. Yurttaşlık siyaseti de pozisyonunu buradan kurgulamakla yükümlüdür. Bu talep, bugün daha önce de sözünü ettiğimiz gibi çok daha anlamlıdır. Eğitim sisteminin eşit, laik, bilimsel nitelikten yoksun kılındığı bu dönemde, özel okul sahibi bir ismin son dört yıldır Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı bir ülkede, bu talep düzenin kıyısında durmaktadır. Bu talebin peşine düşmek, esasen düzeni istese de yanıt veremeyeceği bir durumla karşı karşıya bırakmak olacaktır.

Devlet kamu hizmetini görürken, birden fazla usule başvurabilir. Bu usuller hayati önem taşımaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz devletin yükümlülükleri rejimi tartışmalarının nihayetlendiği noktalardan biridir bu. Devlet, kamu hizmetlerinin görülüşünde gerekli araç gereçleri kendi personeli ve sermayesi ile görebilir veya bu hizmetleri şirketlere gördürebilir. Nitekim doğrudan kamu kurumları bünyesinde dahi  devlet kamu hizmetini kendi araç gereç ve personeli yerine taşeron işçiler ve sözleşmeli personeller ile görmeyi tercih etmektedir. Kamu hizmetinin şirketlere gördürüldüğü ihtimalde ise karşı karşıya kaldığımız tablo hepimizin malumu. 

c- Özendirme ve Destekleme Faaliyetleri

Devletin kamu hizmetine ek olarak, kamusal niteliği ile ön plana çıkan bir diğer faaliyeti de özendirme ve destekleme faaliyetleridir. Devlet bu faaliyeti kapsamında, şirketlerin kar getirmeyeceği düşüncesiyle yatırım yapmaktan imtina ettiği alanlarda “sınıfsal pozisyonu” gereği destekte bulunarak bu alanları belirli bir olgunluğa eriştirmeyi amaçlamaktadır. Devletin teşvikleri de destekten yoksun bırakma kararları da bu bağlamda değerlendirilebilir. Örneğin, kalkınmanın ve istihdamın yalnızca büyük kentlere sıkışmasının önüne geçmek adına, yurdun dört bir yanında yapılacak yatırım için devletin doğrudan aktör olarak o işe girmesi bir kamu hizmetidir. Ancak aynı işlevi üstlenmek üzere şirketleri, vakıfları veya diğer özel hukuk kişilerini desteklemek adına teşvik vermesi bir destekleme ve özendirme faaliyetidir. Moda Sahnesi’nin geçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından destek almaya uygun görülmediği açıklandı. Devlet bu desteğiyle bir pozisyon almaktadır. Ya da devlet, kamu hizmeti niteliğinde olarak yurtlar inşa etmek durumundadır. Ancak bunu yapmak yerine bu faaliyeti yürüten TÜGVA, TÜRGEV, Ensar Vakfı gibi kuruluşlara, taşınmaz tahsislerinde veya türlü teşviklerde bulunmaktadır. Bu konuda son bir örnek olarak da alkol ürünlerindeki yüksek miktardaki vergi oranını verelim. Bu da doğrudan devletin destekleme ve özendirme faaliyetinin bir parçasıdır. Bu faaliyet, olumlu bir idari işlem olarak da karşımıza çıkabilir olumsuz bir idari işlem olarak da karşımıza çıkabilir. Alkol ürünlerinden alınan vergi, bu ürünlerin kullanılmaması için caydırıcı nitelik taşıması adına bu denli yüksektir.

Tüm bu faaliyet araçlarının kamusal niteliği göz önüne alınarak neoliberal dağıtım ağının bir parçası olarak değil tüm yurttaşların haklara erişiminin sağlanması için harcanması gerektiği talebini yükseltmek mecburiyetindeyiz. İlk elden, kamu hizmetinin yetişemediği yerlerde devletin özendirici ve destekleyici faaliyetler ışığında bu hakların erişilebilir olmasını sağlaması gerekmektedir. Örneğin beslenme hakkının tesisi için devletin kamu hizmeti gereği olarak varlık göstermesi, bunun ilk elden mümkün olamadığı noktalarda ise şirketlerin ve bilimum vakıfların aksine yine özel hukuk kişileri olan tarım, hayvancılık kooperatifleri bu faaliyet kapsamında desteklenmelidir. Başka bir örnek olarak, TOKİ barınma hakkı bağlamında ivedilikle konut yapmak ve yurttaşların bu konutlara mümkün olan en kısa sürede erişebilmelerini sağlamalı, bunun ilk elden netice veremeyeceği yerlerde yurttaşların bir araya gelerek en makul, en uygun ve en adil biçimde toplu konut kooperatifleri eliyle barınma hakkına kavuşabilmelerini sağlamak adına destekleyici ve özendirici faaliyetlerde bulunmalıdır.

d- Regülasyon

Regülasyon bu bahsin önemli başlıklarından biri. Karşısında durduğumuz ne varsa onun cisimleşmiş hali gibi bir nevi. Devletin, sermaye sınıfı lehine kamu hizmetlerinden geri çekilmesi ile birlikte bu alanı şirketler memnuniyetle doldurdu. Devlete ait yetkilerin ne şekilde kullanılacağı bir sorundu ve buna bir çözüm üretilmesi gerekliydi. Çözüm üretildi. Devlet piyasa girmesin, herhangi biçimde hiçbir hizmeti mümkün ise kendisi üstlenmesin, mümkün değil ise bu hizmeti her iki ihtimalde de dağıtım ağının paydaşları olan şirketlere gördürsün. Denetleyici ve düzenleyici pozisyonunun getirdiği yetkilerini de piyasanın kurallarına göre belirlenmiş regülasyon kurumları olan bağımsız idari otoritelere devretsin. İşte kazın ayağı dediğimiz, hukukun Mcdonaldslaştırıldığı yer tam da burası.

i- Bir Çırpıda Regülasyon Araçları

Literatürde düzenleyici ve denetleyici kurumlar olarak geçen bu kurumların ilki Türkiye’de neoliberal dönüşümün başladığı tarihlerde kurulur. 1981 yılında kurulan Sermaye Piyasası Kurulu, 1982 yılında faaliyete geçer. Bu denetleyici ve düzenleyici kurumlar, yürütme organı karşısında organik ve işlevsel anlamda bağımsızla, birer danışma organ değil, düzenleyici veya birel idari işlemler yapmakta ve icrai kararlar alarak bunları uygulamaktadır. Siyasi denetimin dışında kalan bu kurumlar, depolitizasyon sürecinin de olmazsa olmaz bir parçalarıdır. Ekonomik olan ile siyasi olanın birbirinden ayrılığını vurgulamak adına kullanışlı birer aygıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Özleri ve niteliği itibariyle neoliberal çizginin temsilcisi olan bu kurumlar, bağımsız idari otoriteler olarak sanki politik bir mahiyet taşımıyormuş gibi bir illizyon yaratırlar. Bu kurumları bir çırpıda sayacak olursak: BDDK, EPDK, KİK, RTÜK, BTK. Hepsinde, ciddi bir özelleştirme furyasının yaşanmış olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Bu kurumların pek çoğunun IMF ile yapılan para politikası anlaşması neticesinde kurulduğunu, bu protokolde özelleştirme ile AB müktesabatına uygun neoliberalleşme ivmesinin sürdürülmesinin zorunlu tutulduğunu vurgulamak gerekir.

Tüm bu dönüşüm, hukuki anlamda da bir yere oturmaktadır. Yargı, bu Mcdonaldslaştırmanın pençesi altındadır. Kamusal niteliği en yüksek bulunması gereken örgütlerden yargı örgütü, içler acısı bir haldedir. Yargıya erişim son derece pahalıdır, yargılama süreleri uzun sürmekte ve doğrudan adil yargılanma hakkı ihlal edilir niteliktedir. Neoliberal devletin hukuka bakışı da piyasa mantığının içindedir. Nitekim iyi bir ceza politikasının suçun piyasasının maliyetinin, suçun maliyetini aşmamasını sağlayacak tedbirler almasında görülmesi şaşırtıcı değildir.⁹ Neoliberal çözümler de bu bakışın neticesinde üretilmektedir. Birkaç örnek verecek olursak: Tahkim, arabuluculuk ve şimdi de sulh komisyonları. Tüm bu yapı içinde, yurttaşların yargı dışı çözümlere itilme olanağı tabiri caizse teşvik edilmektedir. Tahkim, yalnızca belirli mali koşulları taşıyanlara kısa süreli bir çözüm imkanı sunmaktadır. Alternatif bir yargı yolu olarak, hukukun gereğinden ziyade tarafların mali çıkarlarını öncelemektedir. Arabuluculuk bilhassa işçi işveren uyuşmazlıklarında, işçilerin hakkı olan bedellere en erken 3 sene içinde kavuşacak olmaları karşısında, cüzi bir rakam ile teklif edilen tutarı kabul etmesi sonucunu doğurmaktadır. Şimdi de artan iş yükü nedeniyle sulh komisyonlarının kurulacağının açıklanması, bunu da adil yargılanma hakkının bir çıktısı olarak değil yine hukuk ekonomisine yönelik piyasa enstrümanlarından biri olarak görmek gerekir. 

e- Devletin Yükümlülüklerine Bir Örnek Olarak: Fikret Irmaklı

Tüm dünyayı etkisi altına alan bir salgının gölgesinde yaşamlarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Bu süreç COVID-19 pandemisi kadar neoliberalizmin de yaşamlarımızı ne denli tehdit ettiğini gözler önüne serdi. Sağlık hakkının metalaştırıldığı, hastaların müşterilere dönüştüğünü salgın yönetim süreci bunu bir kez daha acı biçimde tecrübe etmemizi sağladı. Aslında bu krizi mücadelenin bir imkanı olarak görmek gerekir. Bu noktada yine çarpıcı bir örneğin yolumuzu aydınlatacağını düşünmekteyiz.

Bu başlıkta, Yaşar Kemal’in Teneke adlı oyunundan söz edeceğiz. Yaşar Kemal’in bu metni Çukurova’da çeltik tarlalarının bulunduğu bir kasabada geçmektedir. Bu köye 24 yaşında genç bir kaymakam atanır: Fikret Irmaklı. Çeltik tarlarının bulunduğu yerde köylünün üzerine çöken çelik ağaları olmaz olur mu hiç? Çeltik, üretimi konusunda devletin izne tabi kıldığı ürünlerden biridir. Çünkü çeltiğin üretiminde, ciddi miktarda su gerektiğinden köylerde bataklıklar meydana gelir ve buradan üreyen sivrisinekler köylerde sıtmaya neden olur. Bu yüzden çeltik üretiminin genişlemesi kamu sağlığını tehdit eder bir noktaya varabilmektedir. Çeltik ağaları kasabaya yeni gelen Kaymakamın da öncekiler gibi, kendi dümen sularında seyredeceğini ummaktadır. Çeltik ağaları, genç kaymakamın tecrübesizliğinden faydalanarak bu işin bir yolunu bulurlar ve çeltik iznini almayı başarırlar. Genç kaymakam, kendisinin kullanıldığının farkına geç de olsa varır. Çeltik tarlaları, üretimin neticesinde köylerden birini sular altında bırakır. Köylüler bunun üzerine Kaymakamın kapısını çalar. Kaymakam, çeltik ağalarına karşı bir mücadele başlatır. Ağaların, dolayısıyla  karın ve paranın değil yurttaşın safında yer almaya karar vermiştir Kaymakam. Bu pozisyon alış karşısında çeltik ağaları, Kaymakamı göndermek için ellerinden gelen her şey yaparlar. Ankara’ya telgraflar çeker, hatırlı isimleri devreye sokarlar ve ne yapar ne ederler Kaymakamı görevden aldırırlar. Kasabanın çocukları araçla kasabayı terk eden Kaymakamın ardından teneke çalarlar.  Çeltik ağaları kazanmıştır. 

COVID-19 pandemisi bize sağlık hakkının, piyasanın koşulları karşısında nasıl ikincil bir nitelik taşıdığını bir kez daha gösterdi. Devletin ısrarla tam kapanma tedbirinden kaçınması, meydana gelen ekonomik krizde, emekçileri ve tüm dar gelirli yurttaşları piyasanın insafiyetine terk etmesi, alınan önlemlerin turizm takvimine göre belirlenmiş olması gibi pek çok örnek sayılabilir ve bu örnekler çoğaltılabilir. Tüm bu tecrübe ettiğimiz şey, aslında Teneke’de yaşanandan farksız değil. Yurttaşların yaşam hakkını, sağlık hakkını önceleyen değil de yurttaşları kendi başının çaresine bırakan bir devletle karşı karşıya kaldık. Devlet, ekonomik yükümlülükleri kendisinin üstlenmesinden bilhassa kaçındı. Aylarca, pek çok emekçi ücretsiz izne çıkarıldı. Çalışmaya devam etmek mecburiyetinde kalanlar örneğin moto kuryeler ve market çalışanları yani evde kalamayanlar, bu süreçte yaşamlarını tehlikeye atarak çalışmaya devam etmek durumunda kaldı. Devlet ile yurttaş arasındaki ilişki arzu ettiğimiz yurttaşlık siyasetinin gereği doğrultusunda kamusallık zemininde inşa edildiğinde, tenekeler Kaymakamın ardından değil yurttaşların yaşam hakkını ve sağlık hakkını tehdit eden çeltik ağalarının ardından çalınacak.

3- Sonuç Yerine: Devleti Niçin Çağırmalıyız?

Netice olarak, yazının başından beri vurgulamaya çalıştığımız şey şu, yurttaşlık kavramı modern devlet ile ve işçi sınıfı mücadelesi ile egemenliğin esas öznesi haline gelmiştir. Burada burjuvazinin vermiş olduğu mücadele yadsınamaz ancak bununla yetinmemek ve genel oy hakkı mücadelesinde olduğu gibi yurttaşlığın tüm kazanımlarının tüm yurttaşlarca kullanılabildiği bir devlet ve dünya inşa etmek zorundayız. Bunun yolu da devleti tüm yurttaşlar lehine çağırmaktan geçiyor. Devleti niçin çağırmalıyız? Sözde küçülen, yalnızca sermaye sınıfının ayrıcalıklarının sürdürülmesi için bekçilik yapan bir pozisyondan çıkarmak üzere devleti çağırmalıyız. Bugün düzenin kıyısında bulunan tüm bu yurttaşlık taleplerini tüm yurttaşlar için yerine getirmek görevini devletin omzuna yüklemeliyiz. 

Tüm bu görevleri yerine getirmenin yolu daha güçlü bir kamu hizmeti politikasından geçecektir. Bu da yurttaşların haklarının tesisinin ve ihtiyaçlarının giderilmesinin bir kamu politikası çerçevesinde örgütlenmesi demek anlamına gelmektedir. Devlet ilk elden, kamu hizmeti başlığının altında yer alan ve kamunun kaynaklarını sermaye dağıtımının imkanı olarak talan ettiği bu alanlara kamusal niteliği ile eşitlik ve meccanilik ilkeleri ışığında yeniden girmelidir. Kamu hizmetinin verili koşullarda sağlanamayacağı alanlarda ise devlet kısa vadeli bir çözüm olarak destekleme ve özendirme faaliyetleri kapsamında özel hukuk kişileri olan ancak kar amacı gütmeyen tarım-konut kooperatifleri gibi emekçi-dayanışma kuruluşları özendirmeli ve desteklemelidir.

Devleti, yurttaşlığı ve kamusallığı yalnızca burjuva siyaset literatürünün yüklediği anlamlarla düşünmek, mücadeleyi elverişli araçlarından yoksun bırakmaktır. Daha da ötesinde, bu elverişli aracın taşıdığı devrimci büyük imkanı ıskalamaktır. Ezcümle, inşa edilecek bu yurttaşlık siyaseti hakim düşünce tarafından yüklenen anlamların karşısında, bir kopuş fikri olarak yeniden kurgulanmalı ve karşı hegemonik siyaset için yeni anlamlarla yüklenmelidir. Bunun yolu da yukarıda sözünü ettiğimiz minvalde örgütlenecek düzenin kıyısında yer alan talepler siyasetinden geçmektedir. 

Kağan ŞEKER

1- Pierre Bourdieu, “Devlet Üzerine”, Çeviren: Aslı Sümer, İletişim Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul, 2020, s. 416.

2- Ernst Bloch, “Socialist Humanism an International Symposium”, Doubleday, New York, 1965, sf. 201 

3- Lenin’in bu vurgusu, yukarıda Melih Cevdet Anday’ın Likya Ormanı Şiiri ile birlikte okunduğunda son derece anlamlıdır.  Albert Szymanski, “Human Rights in the Soviet Union”, Zed Books, London, 1984, sf.7

4- M. Murat Öngel, “Anayasanın Eksiksiz ve Tastamam Uygulanması: Türkiye İşçi Partisi’nin Anayasa Mahkemesi’nde Açtığı İptal Davaları (1963 – 1971)” Vira Verita E-Dergi, sf. 41 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/483336

5- Nihat Sargın, “TİP’li Yıllar (1961-1971) Anılar Belgeler I-II”, Felis Yayınları, 2001, İstanbul sf. 242,243  

6- Behice Boran “Türkiye ve Sosyalizm Sorunları”, Gün Yayınları, İstanbul, 1968 sf. 202

7- Behice Boran, age sf. 213

8- Behice Boran, age sf. 219

Kağan Şeker, “Salt Şiddet ile Siyasi İktidarı Sürdürmek Mümkün Olabilir mi?”, Metapolitik https://metapolitik.net/salt-siddet-ile-iktidari-surdurmek-mumkun-olabilir-mi/ Şiddet ile Kaim: Neoliberalizm

Kaynak: Bu yazı ilk olarak Türkiye İşçi Partisi’nin teorik yayın organı Komünist ‘in 15. sayısında yayımlanmıştır.