Hukuku Sinemada Görmek; Anlatılan Senin De Hikayendir!

Hukuku ve adaleti sadece kara kaplı hukuk kitaplardan değil yaşamın her alanında öğreniyor, deneyimliyor eski bir deyişle idrak ediyoruz. Hukuku ve adaleti sadece adliye koridorlarında ve mahkeme salonlarında, karakollarda değil okuduğumuz hikâye ve romanlardan, izlediğimiz oyun ve filmlerden de hissediyor, öğreniyor ve görüyoruz. Yazımızın konusu ise bahsettiğimiz bu kaynakları bir araya getiren, yorumlayan tabir yerindeyse otopsi masasına yatıran bir kitap.

Kitabın Hikâyesi

Hukuku Sinemada Görmek adlı kitap esas olarak bir derleme ve kendisi gibi bir ilk denemenin ürünü. Kitap, 2014 – 2015 akademik yılında İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Yüksek Lisans Programında açılan Hukuk Ve Sinema: Hukuku Sinema İle Yorumlamak” adlı yeni bir dersin açılmasından sonra ortaya çıkan bir dizi çalışmanın sonucu esas olarak. Katılımcı öğrencilerin ve eğitimcilerin yarattıkları birikimi kamuoyu ile paylaşma cesaretini göstermesi ile birlikte kitap yayımlanma yoluna girmiş.  On bir farklı film hakkında on bir farklı yazar tarafından yapılan inceleme ve eleştirilerin yer aldığı kitap Sevtap Metin tarafından yayına hazırlanmış ve Tekin Yayınevi tarafından 2015 Ekiminde birinci basımı yapılarak okurlarıyla buluşmuş.

Birbirinden farklı olmakla birlikte filmlerin eleştiri ve incelemelerinde hukuk, adalet, yargı ve yargıç bağımsızlığı, meşruiyet, insan hak ve özgürlükleri, tecavüz mitleri ve başkaca birçok konu ele alınmış. Eleştiri ve incelemeler ise sadece hukuk içinde kalarak değil doğru bir tercihle hukukun ötesine uzanan bir anlayışla gerçekleştirilmiş. Film ve yazıların sıralaması ise derleyen Sevtap Metin tarafından konular ilişkilendirilerek yapılmış. Netice olarak sadece hukukçulara değil herkese hitap eden, bir solukta okuyacağınız, bir tarafta nitelikli film eleştirilerini içerirken diğer tarafta hukuk felsefesine girecek derinlikte değerlendirmeler içeren ufuk açıcı bir başucu kitabı ortaya çıkmış.

Anlatılan Seninde Hikâyendir!

Sinema perdesine yansıyanlar, doğrudan içinde yer almasak da toplumsallığın parçası olmamız nedeniyle aslında hepimizin hikâyesi. Bazen sessizliğimizle, bazen sıkılan yumruğumuzla, bazen haykırışlarımızla ve bazen sahip olduğumuz görüşlerimizle hepimiz nerede olursak olalım birer hayat yapıcısıyız. Sinema da biz hayatı yapanların hikâyelerini beyaz perdeye taşıyor. Özel olarak biz hukukçuların tutum ve davranışları, genel olarak hukuk anlayışları da beyaz perdeye yansıyanlar arasında yer alırken kıyasıya bir eleştiriye tabi tutuluyor.  

Örneğin Felçli Ramon Sampedro’nun kendisine ötenazi uygulanması için verdiği hukuk mücadelesi içinde ailesi ve dostlarının yanı sıra onu destekleyen avukatlar, yargıçlar olduğu gibi karşı çıkan hukukçular da var. Birbiri ile mücadele eden hukuk anlayışları var, kilise ve devlet var. Bir başka filmde işlenen milyonlarca cinayetin sorumlusu sözde hukuk adına Nazi yargı sisteminin yargıçları varken diğer yanda ama yol yaptılar diyerek sessizlikleri ile bu katliamları onaylayan siviller var.  Yani hepimiz oradayız ve bu nedenle ister hukukçu olun ister sivil yurttaş olun anlatılan senin benim hepimizin hikâyesidir.

Hukuku Sinemada Gösteren Filmler

Elbette ki hukuku sinemada gösteren filmler kitaptakilerle sınırlı değil. Film tercihleri ise, kitabı derleyen Sevtap Metin’in kitap için yazdığı önsözünde belirttiği üzere “yorumcusunun kendi tercihi”.  

Şimdi kitapta yorumlanan ve eleştirilen filmlere kitaptaki sıra ile kısaca bakalım.

V For Vendetta, Özgür İnsan Yalnız Tiran

Yayımlandığı ilk günden itibaren tabir yerindeyse bir kült film haline gelen, dünyanın birçok yerinde Guy Fawkens maskeleri ile eylemcilere ilham olan Wachowski kardeşlerin filmi V.For Vandetta ‘nın Adam Sutler’e karşı verdiği özgürlük mücadelesi içinde aşk, etik, hukuk, güvenlik gibi birçok konu işleniyor. Filmin değerlendirmesini ise O. Vahdet İşseveler tarafından yapılmış. Filmin açılış monoloğu ile başlayan yazıda ise özgürlük ve tercih imkânı / ihtimali arasındaki ilişki, özgürlük, mutluluk ve doğru eylemin karşıdakini nesneleştirmemesi gerektiği, V nin dönüşümü ve Evey’in rolü değerlendiriliyor.

Batman: Kara Şövalye

Zıtların Uyumu: Kaostaki Adalet

Sedat Erçin tarafından değerlendirilen film, esas olarak bir çizgi roman uyarlaması. Hepimizin bildiği “iyiliğin” kara şövalyesi Batman’in “kahramanlıklarını”, “vatan için kurşun atan ve kurşun yiyen” bizi kötü adamlardan her zaman kurtaran “koruyucu şövalyenin” maceralarını anlatan film aynı zamanda iki Oscar ödülüne de sahip.

Sedat Erçin yazısında özellikle özgürlük ve güvenlik ikileminde devletin bekası için özgürlükleri bir süre askıya alan “kahramanların” olağan üstü rejimleri ve otoritarizme yataklık eden liberalizmde süper “kahramanların” istisna olmadığı üzerinde duruyor. Biri bizi gözetliyor “demokrasilerinde”  “güvenlik” için her türlü hukuk dışı yolun meşru olduğunu anlatan filmde “kötü” Joker’e karşı Batman’in “özgürlükler ülkesi” Amerikalı olması ise tesadüf olmasa gerek.

Sanık, Mağdur mu, Suçlu mu?

Kadına Yönelik Tecavüz Mitleri

Tecavüz sahnelerinin “etik” veya “istirmacı” olup olmadığı tartışılan filmde bir barda üç kişi tarafından tecavüze uğrayan Sarah’ın verdiği hukuk mücadelesi anlatılıyor.  Filme ilişkin değerlendirme yazısını kaleme alan Ülker Yükselbaba yazısında; tecavüz konusundaki yaklaşımları, mağdurun adeta Sanık durumuna getirilmesi, toplumsal norm olarak tecavüz mitleri üzerinde duruyor.

Tecavüz mitlerine ilişkin değerlendirmesinde bu mitlerinin oluşmasından toplumun değer ve inançlarının etkili olduğunu, tecavüz mağdurlarının toplumsal normlara uyup uymamasına göre tecavüz failinin tecavüz suçundan kurtulma oranını belirlediğini ifade ediyor. Ülker Yükselbaba yazısında tecavüz mitlerini ise üç kategoriye ayırıyor; 1. Kadınları suçlayan, 2. Erkeleri haklı çıkaran ve 3. Tanıdıkların tecavüzlerini haklılaştıran mitler.

400 Darbe Suçluyu Yaratanlar: Birey mi, Toplum mu?

Suçluyu yaratanın bireyin kendisi mi yoksa toplum mu olduğu sorunsalı üzerine eğilen film, ailesi ve çevresi tarafından dışlanan Antioine’nin hikâyesini anlatıyor bize. Fransız yeni dalga sinemasının ilk örneklerinden olduğu ifade edilen filmin yönetmeni François Truffat. Cannes film festivalinde en iyi yönetmen ödülüne (1959) layık görülen filme ilişkin değerlendirme yazısı Meysa Baykal tarafından kaleme alınmış. Eğitim hayatında sorun yaşayan ve öğretmeni tarafından kötü muameleye maruz kalan, ailesi tarafından tabir yerindeyse bir yük olarak görülen bu nedenle hep bir yerlere gönderilmesi düşünülen, nihayet hâkim karşısına geldiğinde ıslah evine gönderilmesine karar verilen Antioine, en nihayetinde bir suçluya dönüşüyor. Peki, bu dönüşümde toplumun, bizlerin hiç payı yok mu? Antioine ile iletişim kurmayan, onu anlamaya ve yönlendirmeye çalışmayan her karşımıza çıktığında büyük bir umursamazlıkla yüzünü çeviren bizler değil miyiz birazda.

Filmin konusu, bir röportajında söylediği üzere François Truffat’ın başından geçen ve çevresinde gördüğü olaylardan yani gerçek hayatta yaşanmış ve hala daha yaşanmaya devam eden olaylardan alınmış. Şairin dediği gibi suçun hepsi olmasa da çoğu bizde.

İçimdeki Deniz

Yükümlülük Olarak Yaşam – Hak Olarak Ölüm

Yaşam bir yükümlülük müdür ya da ölüm bir hak olarak değerlendirilebilir mi? Ötenazi gibi bireyin kendi eliyle ya da ikinci bir kişinin yardımı ile isteyerek hayatına son verip veremeyeceği gibi hassas ve etik olarak tartışmalı bir konuyu işleyen 2004 yapımı İçimdeki Deniz filminin baş rolünde ünlü oyuncu Javier Bardem yer alıyor. İrem Burcu Özkan tarafından değerlendirilen filmde İspanya’nın Galicia bölgesinde bir denizci olan Ramon Sampedro’nun bir yardan denize atlaması sonucunda bel kemiğinin kırılması ve felç olması ile birlikte yaşadıkları anlatılıyor.

Ramon felç olmasından sonra kendi yaşamına son vermek ister ancak bunu tek başına gerçekleştirmesi imkânsızdır. Bu nedenle kendisine ikinci kişilerin yardım etmesi gerekmektedir. Ancak İspanyol yasalarına göre böylesi bir hastaya yardım etmek ise suçtur. Film boyunca ölüm hakkını kullanmak isteyen Ramon’un hukuk mücadelesi ile ortaya çıkan iki hukuksal anlayışın mücadelesini izleriz. Çağlar boyunca binlerce insanı haksız bir şekilde idama mahkûm eden Kilisenin de dâhil olduğu bu mücadele daha da ilginç bir hal alır. Ramon’un 11 ölüm meleği aracılığıyla yaşamına son vermesi ile birlikte yargı süreci büyük oranda sona erer.

Kız Kardeşimin Hikâyesi

Organon Çocuk

Hafize Tunçay tarafından değerlendirilen filmin konusu bir hayli çarpıcı. İki yaşında lösemi teşhisi konulan Kate’i hayatta tutmak için doktorların yasal olmayan önerisiyle laboratuvar ortamında dünyaya getirilen Anna’nın hikâyesinin anlatıldığı filmde biyo etik ve tıbbi ilkeleri, anne ve baba olmak, kölelik, beden üzerinde mülkiyet, çocuk hakları ve daha birçok konunun işlendiği film, Kate’in ölümü ve Anna’nın tıbbi bağımsızlığını kazanması ile son buluyor.

Cenneti Beklerken

Bir Derviş Zaim filmi olan Cenneti Beklerken, Osmanlı padişahlarından III. Mehmet’in tahta çıkmasından sonra tüm kardeşlerini katletmeye başlaması Şehzade Danyal’ın taht üzerinde hak iddia etmesi, Şehzade Danyal’ın katledilmesi sürecinin anlatıldığı filmde çeşitli sanatsal,  felsefesi ve hukuki konuya değinilmiş. Filmi değerlendiren Yasemin Isıktaç, özellikle “temsil” kavramı üzerinde durmuş, temsilin her zaman sembolik bir pozisyonu olduğunu, dil, sanat ve kültür öğesi olan temsilin bu sembolik pozisyonunu gerçekliğe çevirdiğini, her çağın bir temsil anlayışı olduğunu ifade ediyor.

Her Devrin Adamı

Tohmas More Davası

İngiliz Kralı VIII. Henry’in İngiliz Kilisesinin, Papalıktan bağlarını kopardığı ve kilisenin başına kendisinin geçtiğini beyan ettiği yasanın çıkarılması sürecinde kralın en yakınındaki büyük İngiliz hukukçusu Thomas More’un yargılanmasının anlatıldığı film Muzaffer Dülger tarafından incelenmiş. Eski eşinden kendisine “erkek bir varis vermediği” için boşanmak isteyen kralın “katolik nikâhı” ndan kurtulmak için More’dan yardım istemesi ancak karşılık bulamamasının damga vurduğu filmde tarafsızlığı ve sessizliği nedeniyle vatana ihanetle suçlanan bir hukukçunun idamı anlatılır.

Danton

Düşün, Fikrin Ve Şiirin Büyülü Hikâyesi

Film hakkında değerlendirmesine George Büchner’in Danton’un Ölümü adlı oyunundan alıntıladığı  “Devrim Satürn gibidir, kendi çocuklarını yer” sözü ile başlayan Zelal Pelin Doğan kitaptaki en uzun yazının sahibi. Yaklaşık 40 sayfa boyunca filmle ilgili onlarca sorunsala değinen Doğan’ın yazısı, akıcı ve lirik üslubu ile bir solukta okuyor.

Doğan’ın deyişiyle Fransız devrimin en ateşli günlerinin geçtiği film “o filme temas eden her bireyin hikâyesini kendi hikâyesiyle ortaklaştırır. Bu ortaklık düş, fikir, şiir yoluyla yaratılmaya; ışık ses, kamera aracılığıyla sağlanmaya çalışılarak bireyi büyüler….Buna bağlı olarak tarihi, tarihi olmasının yanında ayrıca biyografik, politik, hukuki olarak da nitelendirilebilecek bir filmin en büyük özelliği zamansal ve mekânsal kesitte bir tanıklık yaratabilme kapasitesidir….Danton tamda bu bağlamda 18. Yüzyılın sonlarında Fransa’daki tarihsel olayları hukuk, devlet, politika gibi bir çok perspektiften sunmaktadır.”

Sacco Ve Vanzetti

Düşünde Neyi Görmeli?

İki İtalyan işçinin siyasi kimliklerinden ötürü işlemedikleri bir suçtan, herhangi bir delil olmaksızın, suçun gerçek failleri ortaya çıkmasına rağmen soygun ve cinayet suçlaması ile yargılanmaları ve ölüme mahkûm edilmelerinin hikâyesinin anlatıldığı film sanıktan delile giden düşman ceza hukuku uygulamasının korkunç bir örneğini gözler önüne seriyor. Devlet eliyle, sözde bir yargılama ile infaz edilen Sacco Ve Vanzetti’nin hikâyesi bizlere hiçde yabancı değil.

Umut Koloş tarafından incelenen, yönetmenliğini Guiliano Montaldo’nun yaptığı filmin müziklerini ise çok tanıdık bir isim Joan Baez ve Ennio Morricone yapmış.

Irkçılığın yükselişi ve sınıf mücadelesinin anlatıldığı film, kelimenin her anlamıyla işçilerin kanları üzerinde yükselen “amerikan rüyasının” ikiyüzlülüğünü ve sınıfsal karakterini gözler önüne seriyor. İnfaz edilmeden hemen önce Nicola’nın sözleri ise tarihin içinde çınlamaya devam ediyor.

“Biliyorum. Verilecek karar, iki sınıf, ezilenlerin sınıfıyla zenginlerin sınıfı arasında olacaktır ve her zaman biriyle diğeri arasında çatışma olacaktır. …Ben ezilen sınıfa dâhil olduğum için bugün bu sandalyede oturuyorum. Onlar ise ezenlerdir.”

Nuremberg Duruşması

Themis’in Kılıcının Ucundaki Yargıçlar  

Yazımıza konu kitabı derleyen Sevtap Metin tarafından değerlendirilen filmde, Hitler faşizminin suç ortağı olan sözde yargıçların Nuremberg Askeri Mahkemesindeki yargılanma süreçleri anlatılmaktadır. Yargının araçsallaştırılması sonucunda sözde yasalara ve devletin yargılama gücüne dayanan yargının bir suç makinesine dönüşmesi ve nihayetinde milyonlarca insanın katledilmesi ile insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen nazi yargıçlarının hikâyesinin anlatıldığı film güncelliğini korumaya devam ediyor. Yargı erkinin tamamıyla yürütmenin buyruğuna girdiği nazi almanyasında yargının ne şekilde dönüştürüldüğünden tutunda sıradan almanların “Ama O, Bize Otoyollar İnşa Etti” bizde onu destekledik diyerek nazilerin işlediği suçlara nasıl ortak olduklarını, işlenen cinayetler karşısında sessiz kalmanın suça ortak olmak olduğu gibi birçok konunun işlendiği filmin bir diğer çarpıcı özelliği ise Nazi dönemi uygulamalarının birçoğunun aslında nazilerden önce Amerikan yasalarında var olduğu başka bir deyişle amerikan menşeili olduğunu gözler önüne sermesidir.

Sevtap Metin’in yazısının başında David Fraser’den yapmış olduğu alıntı ise Holivut filmlerinde parlatılmaya çalışılan ”hür dünyanın”, amerikan yargısının ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktadır.  

“… Hukuk bellek kaybı yoluyla kendini unutmak zorundadır. Bu yüzden Nuremberg yargılamaları Nazi hukukunun da tıpkı bizimki gibi bir hukuk olduğu gerçeği ile yüzleşemezdi. Nuremberg’in ideolojik ve tarihi duruşunda tüm yargılar Nazilerce yok edilen doğal hukuk miti üzerine inşa edilmektedir. Buda bir yalandır.”

Hakikaten de nazi yargıçları ömür boyu hapse mahkûm olmalarına rağmen soğuk savaş döneminin başlaması ile birlikte serbest bırakılmış ve konforlu yaşamlarına geri dönmüşler, işledikleri hiçbir suçun hesabını vermeden yaşamaya devam etmişlerdir. Amerika yargısı ise ikizi nazi hukukunun izinden giderek geçmişte Sacco Ve Vanzetti’ye yaptığı gibi Rosenbergleri de sözde bir yargılama ile infaz etmiştir.   

Sonsöz Yerine

Yazıya başlarken belirttiğimiz gibi hukuk ve adaletin kaynağı sadece kara kaplı kitaplar, mahkeme salonları,  adliyeler ve kanunlar değil gürül gürül akmaya devam eden yaşamdır. Sevgili okura tanıtılan kitap, yargı pratikleri ve hukuksal yaklaşımları anlamak için hukukun ötesine geçmemiz gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Çünkü anlatılan ekonominin, tarihin, felsefenin, bilimin, insanlığın düşünsel birikiminin, kültürün, toplumsal değer yargılarının, sınıf mücadelelerinin, ekmek kavgasının yan, dünden bugüne, bugünden yarına uzanan hayatın ta kendisidir.

Mahir Arduç – Avukat