Hukuk Öğrencisi Yılmaz  Enginyürek Yazdı; İntiharların Faili: Devlet

Son dönemlerde memleketin farklı yerlerinde siyanür içerek intihar eden vatandaşlarımız… Çocukları ısınsın diye saç kurutma makinesini açıp başka bir odada intihar eden anne… Oğluna pantolon alamadığı için intihar eden baba… Vergisini, faturasını ödeyemediği, ihtiyaçlarını karşılayamadığı veya iş bulamadığı için belediye önlerinde, Meclis önünde kendini yakan insanlar…Daha önlerinde bekleyen belirsiz dakika, saat, gün varken bunu neden yaptılar? Acaba bu belirsizlikten vazmı geçtiler yoksa bu belirsizliği red mi ettiler? Aslında bakacak olursanız bu da belirsiz kalacak…

Anayasa madde 17 “Herkes; yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” diyor;  keza ilgili maddenin düzenlediği değer, Ceza Kanunumuzca gerek ötenazinin yasaklanması yani rıza ile ölümün gerçekleşmesi gerek madde 84 uyarınca intihara yönlendirmenin bile yasak olduğunu öngörerek koruma altına alınmıştır. Söz konusu hükümlerin her şeye rağmen ihlal edildiğini düşünelim. Şüphe yok ki suçtur, ancak suçun unsurları bakımından konuyu incelersek failin ve mağdurun kim olduğu veya suçun konusunun ve ihlal edilen eylemde kastın ne olduğu soruları karşımıza çıkacaktır.

Can güvenliği, gerekli düzenlemelerle koruma altına alınmış bir hak, toplum ve birey için bir değerdir. Bunun kim tarafından ihlal edildiğinin gerçekten bir önemi var mı ya da söz konusu ihlalde rızanın olup olmaması yasaklanmasına rağmen bir önem arz eder mi? Bahsi geçen olaylardan yola çıkarsak burada suçun mevcut bulunduğu konusu bence kafamızda bir kesinlik ifade etmeli!

Şunu biliriz ki her suçun faili, mağduru ve ihlal ettiği konusu veya konuları vardır. Ayrıca failin ve mağdurun aynı kişi olamayacağı da başka bir kesinliktir. Düşüncemiz ise tekrarladığımız kesinliğin intiharlar için de geçerli sayılmasıdır.

İntihar eden yurttaşlarımız, sebep ne olursa olsun bir yasa ihlal etmektedirler. Ancak onlar hakkında medya sayesinde(!) bildiklerimiz yoksul oldukları, ağır borç altında oldukları ve işsiz olmalarına benzer şeyler. Yoksulluğu doğar doğmaz kendi kendimize seçemeyeceğimiz aşikar. Ama bu yoksulluğun engellenmesi yükümlülüğü devlete ait. Anayasa madde 2 de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal bir devlet olduğundan bahseder. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu doğrultuda yapılacak çalışmanın, niteliği gereğince gizli olması da gerekebilir. Zira yapılacak yardımların kişinin onuruna , gururuna veya belki şerefine yakıştıramamasından kaynaklı olarak kendi rızası ile istememesi doğal bir durum. Bunun önüne geçilmesi ise devlete ayrı bir yükümlülük olacaktır. Bu noktada esas olarak intihar eden yurttaşlarımızın ve bu yurttaşlarımızın nezdinde borçlu yaşayan milyonların içinde bulunduğu halden devleti sorumlu tutmanın bir yanlışlığı olmayacaktır.

Devletin hatta intihar edenlerin bu fiili gerçekleştirmelerine göz yuman biz toplum ve bireylerin bile fail olması olağan bir durum. O zaman mağdur kim ?

Mağdur, suçta hakkı ihlal edilen kimsedir. İlgili olayda da intihar eden yurttaşlarımızın anayasa veya kanunlarca koruma altına alınmış yaşama haklarının ihlal edildiği kesin. Bu ihlal, ilk görünüşte kendileri tarafından yapılmış gibi görünse de önceki paragraflardan da anlaşılacağı üzere gerçek fail devlet ve hatta toplumdur. Yani söz konusu olayda, yurttaşların, mutlak suretle bu ülkede yaşama hakkı ve devletin bu yurttaşların kendi varoluşunu tamamlamasını sağlayacak sosyal hayatını var etme hakkı vardı. Hakları üzerindeki tasarruf yetkilerini kullanamayan milyonların olduğu toplumumuzda ise açıktır ki fail devlet olarak ortaya çıkar ve mağduru ararken çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Mağduru, devlet ve toplum düzeninin bozulması fikriyle aramak burada nafiledir. Zira işlenen fiil; devlet ve toplum düzenin veya refahının bozulması için değil, halihazırda yaşanan düzenden ve hak edilen refahın bulunmamasından kaynaklanan bir fiildir.

Bir suçun işlenmesiyle, suçu işleyen ve devlet arasında daha doğrusu devletin millet adına yetkilendirdiği mahkemeler arasında bir yargılama ilişkisi kurulur. İntihar edenlerin de sadece intiharı teşkil edecek bir fiilde bulunmadığını düşünürsek, bununla beraber bunu yapmak zorunda kaldıklarını veya buna yönlendirilmiş olduklarını kabul edersek, yargılama gerektiren bir konu ile karşı karşıya olduğumuz ortada. “Yargılamaya yer yoktur.” demek, işlenen suçları görmezden gelmektir.  Ancak failin intihar eden yurttaşlar olduğunu düşünürsek yargılamanın nasıl, kime veya neye göre olacağı bizi çıkmaza götürür. Eğer failin devlet olduğunu düşünürsek, devlet yani millet adına hareket eden mahkemelerin bu yargılamayı nasıl, kime ve neye göre yapacağı da “yasanın ruhu”na uymaz.

Suçun objektif-maddi unsurlarının bizi işlenen bir suça rağmen suçu yargılamaya götüremediği, götürdüyse dahi suçun yargılanmasının nasıl olacağı konusunda bizi çıkmaza soktuğu ortada. Peki ya subjektif-manevi unsurları incelersek nereye varabiliriz?

Albert Camus; Sisifos mitinden hareketle, yaşamanın anlamsızlığından yani sonucunu bildiğimiz halde yaptığımız eylemlerin amaçsızlığından bahseder. Keza intihar ise bu amaçsızlık veya anlamsızlıktan kaçıştır.

Jean Paul Sartre ise; intiharın bir reddediş olduğundan bahseder, varlığımızın ötesinde kalan zamanı reddediş… Ayrıca yarattığı özgür insan profilinin içinden intiharı soyutlayıp özgürlüğün koşulları seçmek değil, koşullar içinde seçimde bulunmak olduğunu öngörür. Dolayısıyla intiharı şartlara bağlı olarak intihar eden için haklı bulur Sartre.

İntihara sebebiyet veren şartlar, devlet tarafından değiştirilmeye müsait şartlardır. Zira bu şartlar kişinin subjektif durumuna bağlı olarak özgürlük ve refah düzeyi ile ilgili kavramlardır. Devlet, yurttaşlarına özgürlük adı altında bir fiilde bulunacaklarını taahhüt ediyorsa; edilen taahhüt refah düzeyi ile ilişkilendirilmelidir. Aynı şekilde devlet, yurttaşlarının refah düzeyini arttırmaya yönelik bir fiilde bulunacağını taahhüt ediyorsa; edilen taahhüt özgürlük ile de ilişkilendirilmelidir. Kanaatimce bunları birbirinden bağımsız düşünmemiz olaylara sebep olan şartları eksik değerlendirmemize yol açacaktır. Bunu örneklerle açıklamak pratik açıdan daha kolay olacaktır. Anayasanın 23. maddesi “yerleşim ve seyahat hürriyeti” başlığı altında düzenlenmiştir. Ancak ülkemizin son dönemdeki gerek enflasyon gerek işsizlik rakamları gibi refah düzeyi hakkında bilgi  veren faktörler, sunulan bu hakkı kullanmamızı hangi ölçüde sağlar? Bu özgürlük, devletin refah düzeyi standardını dahi bulamamış  vatandaşları için bir kandırmacadan ibaret olmaz mı? Başka bir açıdan refah düzeyinin arttırılımasına yönelik bir fiil ne kadar özgürlükçü olabilir ki! Örneğin vergileri silinen şirketler, holdingler… Bu ülkede yemek, barınmak, giyinmek kısacası sosyal hayatını en ilkel boyutu ile idame etmeye çalışan biz insanların bunları yaparken vergi vermesinin bile absürt olduğunu düşündüğümüzde devletin sadece belli bir kesimin(!)  refahını arttırmaya yönelik vergi silmesi ne kadar doğru ne kadar özgürlükten yana? Bu ülke; vergisini veremediğinden dolayı üretim yapmayı kesen çiftçi, refah düzeyi standardın altında kalıyor diye eğitiminden vazgeçen öğrenci, hastaneye gitmeye çekinip alacağı ilaçlardan vazgeçen hasta, düşüncelerini açıklamak isterken hapse giren gazeteci ve diplomatlar, sadece inancını yaşamak isterken kapısı işaretlenen insanların mücadelesine her gün tanık olmaktadır. Anayasal düzeyde korunmaya alınmış temel hak ve hürriyetlerimiz daha ne kadar refah düzeyinin altında kalacak veya sadece belli bir kesime özgü refah standartı ve özgürlükler  ne kadar eşit biçimde herkese ulaştırılabilecek? Devletle;  özgürlük, düzen veya refah düzeyi arasında olabilecek bir uyuşmazlığın çözümü geride bırakılanların intiharı mıdır ?

Memlektimizin dört bir yanında siyanür içerek intihar edenlerin, çocukları ısınsın diye saç kurutma makinesini açıp başka bir odada intihar eden annenin, oğluna pantolon alamadığı için intihar eden babanın, her gün belediyelerin ve meclisin önünde kendini yakıp intihar eden insanların, kısacası sosyal hayatlarını var edemeyen bu insanların fiili ; içine doğduğumuz kapitalist sistemin bir ürünüdür. Kapitalist sistem içinde  kendilerine özgür bir alan bırakılmayan veya bırakılan, ancak zincirlerimiz müsaade ettiğince hareket edebildiğimiz alanların özgür olduğunu nitelendiren bu anlayışa kurban gitmişlerdir. Kastları da şüphe yok ki var olmanın veya yaşamanın bilincine bir başkaldırı değil, var olmanın veya yaşamanın şartlarına bir başkaldırıdır. Yaptıkları daha önlerinde duran belirsiz dakika, saat, günden vazgeçmek değil; şartları belli bu belirsizliği  reddetmektir.

Yılmaz Enginyürek

                                                                                                                                                      

Yanıt Yazınız

Your email address will not be published.