Hukuk Öğrencisi Buse Sezen Yazdı; Sanat, Sansür ve Hukuk

Sanat tarihi insanlık tarihidir. İnsanlığın varoluşu ile birlikte ortaya çıkan kendini ifade etme sorunu insan beyninin giderek kompleks bir yapıya bürünmesiyle birlikte büyümüş ve insanı bir çıkış yolu aramaya itmiştir. Kişi bu çıkış yolunu kendini başka biçimlerde, başka seslerde, başka renklerde anlatmakta bulmuştur. Dolayısıyla sanatta sansür, insanın insan olmasında sansürdür. Bu ciddiyetle ele alınmalıdır. Biz de yazıya “sanatsal ifade ve yaratıcılık özgürlüğü”nün Anayasa’da nasıl ele alındığını inceleyerek başlayalım.

Anayasal Düzlemde Sanatsal İfade Özgürlüğü

Mevcut Anayasa’mız bilindiği üzere 82 darbesinin ardından askeri rejim döneminde kabul edilmiş bir “darbe” anayasasıdır. Anayasa’da sanat bir ifade biçimi olarak yer bulmuştur. Dolayısıyla sanatsal özgürlükleri de “ifade özgürlüğü” başlığına dahil ederek, birlikte incelemek gerekir.

Anayasa’da yer alan hak ve özgürlükler gibi ifade özgürlüğünün de temel düzenlemesi Anayasa’mızın 5. maddesindedir. “Kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” cümleleri devletin temel görevleri arasında yer almaktadır.

İfade özgürlüğü ile ilgili ilk düzenleme Anayasa’nın 25. maddesinde yer alır. “Düşünce ve kanaat hürriyeti” başlığı altında “Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” ifadesine yer verilmiştir.

Düşünceyi yayma hakkı ise Anayasa’nın 26. maddesinde açıklanır: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.”

İfade özgürlüğü ile bağlantılı bir diğer pozitif yükümlülük ise Anayasa’mızın 64. maddesinde “Sanatın ve sanatçının korunması” başlığında düzenlenmiştir: “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.”. Bu hüküm ekonomik ve sosyal haklar bölümünde düzenlenmiş olduğu için Anayasa’nın 65. maddesi kapsamında sınırları olan bir hükümdür.

Anayasa’nın ifade özgürlüğünün içinden sanatı ayırması ilk kez “Bilim ve Sanat Hürriyeti” başlığında düzenlenmiştir.

Şöyle ki:

Madde 27 — (Paragraf 1)
Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.
Bu hüküm Anayasa’da sanat özgürlüğünün tanınması açısından hepimize doğru gibi gözükebilir ama ikinci paragrafı incelediğimizde özel bir kısıtlama(belki de göz korkutma?) ile karşılaşırız.

Madde 27 — (Paragraf 2)
Sanatı yayma hakkı Anayasa’nın 1’inci, 2’nci ve 3’üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.
Bahsedilen 1., 2. ve 3. maddelerin “devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı, başkenti” ile ilgili maddeler olduğunu bilmeyen çok az insan vardır. Bu maddelerin değiştirilemeyeceği, değiştirilmelerinin teklif dahi edilemeyeceği bu kadar ortada iken sanata ve sanatçıya yapılan bu özel uyarının nedenini çözebilmiş değilim. Ayrıca ironiktir ki darbe ile yönetimi ele geçirmiş ve cumhuriyet rejimi için askeri tehditler barındıran bir iktidar bu uyarıyı yapmaktadır.
İfade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ise Anayasa’nın öncelikle 26. ve 14. maddelerinde düzenlenmiştir. 14. maddede tüm haklar için genel bir sınırlamadan söz ederken 26. maddede sınırlama sebepleri teker teker sayılmaktadır.

Madde 26 — (paragraf 2)
Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.

AİHS’in 10. maddesinde sayılan sebeplerden farklı olarak Anayasa’da genel ahlak ve genel sağlık sınırlama sebebi yer almamaktadır. Toplum içinde bile farklılıklar gösteren ahlak kurallarının bir sebep olarak sayılmaması bu bağlamda insan haklarının özüyle uyumlu bir karar olarak görünmektedir.

Sanatsal İfade Özgürlüğüne Müdahale

Sanatsal ifade özgürlüğüne müdahale etmeye yetkili olan yalnızca devlettir. Devleti oluşturan üç organın müdahalelerini ayrı ayrı incelemek gerekir.

Öncelikle Yasama organından başlarsak, sansür uygulamak için kullanılan belli başlı sebepler vardır. Bunları terörle mücadele, yasadışı gösteri, müstehcenlik, dini değerleri aşağılama, suçu ve suçluyu övme ve hakaret olarak başlıklara ayırabiliriz. Yasama organı bu sebeplerin dayanağı olarak kullanılan kanunları özellikle muğlak bırakmakta, bu sayede hükümleri gerektiğinde çok geniş yorumlayarak ifade özgürlüğünün kapsamını daraltmakta ve yürütme organının müdahalelerine kapı açmaktadır. Örneğin Terörle Mücadele Kanunu’nda geçen “örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin asılması yada taşınması da aynı hükme göre cezalandırılabilecektir.” cümlesi herhangi bir sanat eserinde rastgele bulunan bir işaret yüzünden bir sanatçının yıllarca mahkum olmasına sebebiyet verebilir. Terör örgütü propagandası yapmak suçu da aynı şekilde yıllar boyunca konserlerde, şarkılarda geçen birkaç kelime dolayısıyla birçok müzisyenin terörist ilan edilmesine ve mağduriyetine sebep olmuştur. Hatta müzik dinlemek veya şarkıya eşlik etmek bile bazı kararlarda terör örgütü propagandası sayılmış hukuk tarihine kara bir leke olarak yazılmıştır.

Ferhat Tunç’un bir konser sırasında yaptığı konuşmada İbrahim Kaypakkaya geçtiği için terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle 1 yıl 11 ay hapis cezasına çarptırılması yada geçtiğimiz günlerde silahlı isyana teşvik suçlamasıyla ifadeye çağırılan Metin Akpınar ile Müjdat Gezen örnekleri yasama organının müdahalelerine verilebilecek çarpıcı örneklerdendir.

Yasadışı gösteri kavramı gösteriler ancak gösteriler şiddet içerdiği taktirde kullanılabilir.; fakat 12 Eylül cuntası ile kabul edilen ve halen yürürlükte olan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu” hem Anayasa hem de AİHS’e aykırı birçok hüküm taşımaktadır. Örneğin gösterinin yapılabilmesi için en az 48 saat öncesinden haber verme, izin için idarenin ek belgeler isteyebiliyor olması, idareye verilen yasaklama yetkisi gibi hükümler ifade özgürlüğünün açıkça ihlalidir.

Yasada yahut başka bir yerde tanımlanmamış “müstehcenlik” kavramının kısıtlama sebebi sayılması da ayrı bir örnek olarak gösterilebilir. Öyle ki müstehcenliğin çocuklara ulaşmadığı sürece dışında tutulan edebi eserler konusunda çok ilginç vakalar ortaya çıkmıştır. Bu ayrıcalıktan uzak tutmak için bazen dünyaca ünlü yazarların eserleri hakkında edebi değeri yoktur kararı bile verilmiştir.

Yürütme organının ihlallerinden söz etmek istediğimizde bunları tehdit, taciz, erişimin engellenmesi, sanat kurumlarının özerkliğine yönelik müdahaleler, devlet desteği veya kaynağının kesilmesi, mekan sağlanmaması, yayınlamanın engellenmesi, olarak başlıklara ayırabiliriz.

Etkinliklerin kayıt altına alınması, düzenlenecek programlarla ilgili ön bilgi istenmesi, sakıncalı bulunan eserlerin keyfi bir şekilde toplatılması, sanatçıların baskınlarla  gözaltına alınmaları, bazı “sakıncalı” eserleri öneren kamu personellerinin işlerinden edilmesi gibi tehdit ve taciz içerikli birçok uygulamaya maruz kaldık, kalıyoruz.

1952 yılından bu yana hakkında toplatma, yasaklama ve yayın durdurma kararlarının çıktığı yayın sayısı 22.601’dir. Bunun yanı sıra henüz erişime açılmadan toplatılan eserler de göz önüne alındığında çok büyük bir erişim engeli olduğu görülmektedir. Türk edebiyatı tarihine baktığımızda Nazım Hikmet, Can Yücel, Ahmet Arif, Ahmet Telli, Atilla İlhan, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Vedat Türkali gibi şairlerin ve yazarların eserleri yasaklanmış, yakılmış ve cezaevlerinde ıslah edilmeye çalışılmıştır.

Barış Atay’ın “Sadece Diktatör” oyununun önce OHAL’e sığınılarak yasaklanması daha sonra bu karar gerekçe gösterilerek yasaklamaların devam etmesi de yakın tarihte yaşanan keyfi hukuksuzluk örneklerinden biridir.

Ayrıca “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” kapsamında çok büyük bir yıldırma politikası izlenmekte, gösterim için gerekli olan “eser işletim belgesi” muhalif olan filmlere, yönetmenlere verilmeyerek yine bir yıldırma politikası izlenmektedir. Sinemanın sansür tarihine geçen birkaç örnek saymak istersek: Yılmaz Güney(Umut, Duvar ve Arkadaş), Ömer Lütfi Akad(Hudutlar Kanunu), Türker İnanoğlu(Beyoğlu Esrarı, Babasına Bak Oğlunu Al), Metin Erksan(Susuz Yaz, Aşık Veysel’in Hayatı), Atıf Yılmaz(Adı Vasfive) filmlerini sayabiliriz. İroniktir ki bu yönetmen ve filmler Türk sinemasının kilometre taşları olmuşlardır.

Özellikle yeni çıkan Sinema Yasası da ifade özgürlüğü açısından korkunç bir yasadır. Kanuna göre; proje geliştirme, ilk uzun metrajlı kurmaca film yapım, uzun metrajlı sinema film yapım, ortak yapım, senaryo ve diyalog yazım, animasyon film yapım, kısa film yapım, belgesel film yapım, çekim sonrası, dağıtım ve tanıtım ile yerli film gösterim destek türlerinde yapılan başvuruları değerlendirmek ve desteklenecek olanları belirlemek üzere, sayısı dördü geçmemek üzere “destekleme kurulları” oluşturulacaktır.

“Destekleme Kurulları” 8 kişiden oluşacak ve bu kişilerin 4’ü sektörün içinden 4’ü ise bakanlığın atamalarıyla kurula dahil olacaktır. Bu kurulları iktidarın sinemayı yandaş sanatçılara peşkeş çekme hamlesi olarak değerlendiriyorum, yarısı direkt devlet eliyle atanan kurullardan objektiflik beklemek fazla iyimserlik olurdu. Fakat yeni Sinema Yasası’nda asıl çarpıcı kısım “Ülke içinde üretilen veya ithal edilen sinema filmlerinin, ticari dolaşıma veya gösterime sunulmasından önce değerlendirilmesi ve sınıflandırılması yapılacak. Değerlendirme ve sınıflandırma sonucunda uygun bulunmayan filmler, ticari dolaşıma ve gösterime sunulamayacak.” cümleleridir. Bu cümleler sansürü açıkça ve aymazlıkla ifade etmektedir.

Anayasa’nın 64. maddesi kapsamında devlet sanatı desteklemekle yükümlüdür; fakat devletin hazineden ayırdığı bütçe ile kısıtlı olan bu destek kime verilecektir? Bu soru karşımıza devlet kaynaklarını kullanarak zenginleşen “yandaş” bir sanatçı kesimi çıkarmaktadır. Devletin verdiği kaynakla kimseye muhtaç kalmadan, bağımsız bir şekilde sanatını icra etmesi planlanan sanatçı, kaynakların yandaşa ödül, muhalife ceza mekanizması olarak çalışması sonucu ya devlete yada özel sektörden birtakım sponsorlara bağlı kalmak zorunda bırakılmıştır. Günümüzde devletten desteği yalnızca yandaş sanatçılar alabilmekte dolayısıyla sanatçılar büyük bir oto sansürle yaşamaktadır. Özel sektörden kendine sponsor bulmuş bir sanatçı da aynı şekilde desteği kesme tehditlerine, yoğun bir baskıya maruz kalmaktadır.

Yargı organının müdahalelerine baktığımızda ise soruşturma açma, gözaltına alma, tutuklama, para cezası, hapis cezası, erteleme kararı verilmesi gibi başlıklarla karşılaşıyoruz. Yargı organının müdahalelerine dair tek bir örneği anlatmayı borç bilirim: Ahmed Arif. 1951 yılında yazdıkları sakıncalı bulunduğu için gözaltına alınır Ahmed Arif. Ünlü Sansaryan Han’da tutulur. Günlerce işkence görür, çıldıracak raddeye gelir, hastaneye kaldırılır. Hastanede biraz daha iyileşmeye yakın bir haldeyken bir gece sahte bir telgraf gelir annesinin imzasıyla: “Baban öldü cenaze yerde kaldı.” yazmaktadır. Telgraftan sonra Ahmed Arif öyle bir duruma gelir ki hiçbir hastane ölür diye kabul etmez. En son Deniz Hastanesi’ne zorla gönderilir. Bu hastanede şok tedavisi gördükten sonra Sansaryan’a tekrar gönderilir. Tabutlukta tutulur. “Duvar nemliydi. Yosun bağlamıştı. Kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. Hâlâ çekerim, sağ omzumdaki ağrı o tabutluktan kalmadır.” diyerek anlatır tabutlukta geçen günlerini. Ahmed Arif tam 38 ay tutuklu kalır. Mahkeme 38 ay sonra 2 yıl hapis cezası ile sonuçlanır ama daha fazla tutuklu kaldığı için tahliye edilir.

Sanat doğası gereği muhaliftir çünkü düşünmek, üretmek ve yepyeni varoluş biçimleri yaratmak tarih boyunca iktidarları korkutmuştur. Kimsenin gidip bakmaya cesaret edemediği pencereden bakan ve orda gördüğü daha mutlu, daha özgür, daha adaletli dünyayı başkalarına anlatan sanatçı; sermayedarların, güç sahiplerinin otoritesini sarsmıştır. Saldırganlık ve baskıyla ayakta duran gayrimeşru iktidarların hepsi tarihin her döneminde olduğu gibi yıkılmaya mahkumdur. Sanat ise sansüre, baskıya, tüm yıldırma politikalarına karşın dünyadaki son insan ölünceye dek var olmaya devam edecektir…

Buse Sezen, İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. Sınıf Öğrencisi

Yanıt Yazınız

Your email address will not be published.