Av. Özgür Urfa Yazdı; Yargıda Dinselleşme, Adalette Şer’ileşme

Bu sene Yargıtay’ın yeni binasında gerçekleştirilen adli yıl açılış töreninde Yargıtay Başkanı’yla birlikte Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanı’nın birlikte dua eden görüntüleri çokça konuşuldu. Laiklik ilkesi gereği din işlerinin kamusal işlerden ayrı tutulması gerekliliğini tek fotoğraf karesiyle ters yüz edenlerden Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş gelen tepkiler üzerine yaptığı “inanç insan ile Allah arasında olsun, evine yansımasın, ticaretine yansımasın, siyasetine yansımasın, adaletine, yargısına yansımasın istiyorlar’ açıklamasıyla dini adalete ve yargıya yansıtma iradesini doğrudan ve açıklıkla ortaya koydu.

Yazı konusu olan ve son zamanlarda sıkça haberlere de yansıyan mahkeme kararlarındaki dini referansların artması konusuna girmeden önce ise hukuk ve din/dinselleşme ilişkisi hakkında konunun tarihsel arka planına ve gelişimine dair ipuçlarına göz atmakta fayda var.

Kilise Ve Engizisyon

Orta Çağ, Kilise ve Hukuk 

Ortaçağda din adamları eğitimli kişilerden oluşmaktaydı ve düşüncelerinin ana referansı kilisenin dogmalarıydı. Hukuk ve siyaset ilahiyatın ilkelerine göre incelenmekte, kilise dogmaları hukuk ve siyaseti belirlemekte, kutsal kitabın sözleriyse mahkemelerde yasa gücünde görülmekteydi. Bu dönemde Engizisyon Mahkemeleri, Hrıstiyanlıktan dönenler ve Kilisenin doktrinine aykırı hareket edenlere karşı kurulmuş olan yargı yetkisine sahip mahkemelerdi. Bu mahkemelerin asıl amacı yurttaşların inancını sorgulamak, Hrıstiyanlıktan ayrılanları geri döndürmek ve Hrıstiyanlığa zarar gelmesini engellemek olarak tanımlanıyordu. Bu mahkemelerin en acımasız kararlarını ise kadınlara karşı verdiği bilinmekteydi. Cadı avı olarak adlandırılan yargılama ve infazlar sonucunda binlerce kadın yaşamını yitirmişti. Cadı avı, Hıristiyan kültürünün egemen kıldığı erkek egemen toplum düzenine uymayan, itiraz eden kadınların cadı ilan edilmesi sonucunda infaz edildikleri bir “hukuk” düzeniydi.

Feodalitenin bağrında burjuvazi gelişmekte olup yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmaktaydı. Feodalizm esaslarına göre şekillenen Katolik dünya anlayışı burjuva sınıfına ve onun üretim ve değişim koşullarına yeterli gelmemekteydi. Bu nedenle burjuvazinin yeni kavramı olarak hukuksal dünya anlayışı ortaya çıktı. Bu anlayış tanrıbilimci yaklaşımın dünyevileştirilmesiydi. Tanrısal hukukun yerini pozitif hukuk, kilisenin yerini ise devlet almaktaydı.

Üretim ilişkilerinin değişimi ve gelişimiyle birlikte siyasal, toplumsal yapı da değişmekte ve yeniden şekillenmekteydi. Yeniden şekillenen siyasal rejimler de kendi ihtiyaçları doğrultusunda siyasi, idari ve hukuksal yapılanmalarını inşa etmekteydi. Buradan hareketle nerede olursa olsun bir hukuk kuralını anlamak için kuralın kendisi değil üzerinde yükseldiği üretim biçimi ve bu çerçevede örgütlenen toplumsal ilişkilerin incelenmesi gerekmektedir.

Osmanlı / Kadılık

Osmanlı’da Kadılık Ve Yargı    

İslam hukukuna göre kişiler arası hukuksal uyuşmazlıkları çözme yetkisi hükümdara ait olmasına rağmen, hükümdarlar bu yetkiyi kadılar tayin ederek kullanmışlardır. Kadı, Osmanlı Devleti’nde kaza adı verilen yerleşim yerlerine belli bir süre için merkezi yönetim tarafından atanmış, görev bölgesindeki şer’i ve idari yargıdan tek başına sorumlu olan, ayrıca mülki idare amiri, yerel yönetici ve emniyet müdürlüğü görevlerini de yerine getiren kamu görevlisidir. Kadı olmak için medrese eğitimi almanın yanı sıra hür, müslüman, erkek, aklı başında ve adil olmak gerekliydi. Kadıların doğrudan ilgilendikleri konular adli içerikli konularken, diğer idari görevlerdeki işlevleriyse doğrudan işi yapmak yerine işlemleri denetlemekti.

Kadılar görev yaptıkları yöredeki şer’i mahkemelerde pek çok konuda davaya bakmakla görevliydi.Nikah, izdivaç, miras bölüştürme, vasi tayin ve azli, cürüm ve cinayet vb. bütün davalara şer’i mahkemelerde kadılar bakmakta ve Hanefi mezhebine göre hüküm vermekteydiler. Kadılar davalara camilerde bakmaktaydı, bazı zamanlarda ise kendi evlerini de mahkeme olarak kullanabilmekteydi.Şeyhülislam ise yargı bürokrasisinin düzenine doğrudan tabi olmamakla birlikte zaman içerisinde üst rütbeli kadıların tayin edilmesinde yetkilendirilmesiyle dolaylı da olsa bu hiyerarşideki yerini almıştı. Kadılar, şer’i ve örfi hukuka göre hüküm vermeye yetkiliydi. Padişah fermanlarının örfi hukuk, şeyhülislam fetvalarınınsa şer’i hukuk bakımından kararlar üzerinde mutlak etkisi bulunmaktaydı.

Tanzimat dönemiyle birlikte yargı alanında da çeşitli değişiklikler yaşanmış, şeriatın uygulama alanı kısmen daraltılarak, şer’i hukukla birlikte uygulanmak üzere bazı laik yasalar yürürlüğe sokulmuştu. Bir yandan şeriat mahkemeleri kapatılmayıp şeyhülislama bağlanırken, diğer yandan nizamiye mahkemelerinin kurulmasıyla şeriat mahkemelerinin yetki alanı azaltıldı. 19. yüzyılda gerçekleşen sanayi devriminden sonra ucuz ve bol olan mallarını Osmanlı topraklarında satmak isteyen Avrupalı tüccarların Osmanlı halkı ile kurduğu ticari ilişkiler sırasında doğan sıkıntılarını kadıların huzuruna götürmek yerine tüccar heyetlerine başvurmaları sonucu ticaret mahkemeleri kurulmuş ve bu durum kadılık kurumunun sonunu hazırlamıştı.

Kadıların güvenlik ve belediye alanındaki görevleri II. Mahmut dönemindeki reformlar sırasında, idari görevleri de Tanzimat döneminde ellerinden alındı. 1879’daki adli düzenlemeler sonucu savcılık kurumu, avukatlık ve noterlik unsurları sisteme dahil edildi. Cumhuriyet’in ilanından sonra laik bir yargısal sisteme geçildi ve artık ihtiyaç duyulmayan şer’i mahkemeler tamamen ortadan kaldırıldı. 1924 yılında kabul edilen 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapatılması sonucu kadı yetiştirilebilecek bir eğitim kurumu kalmadı. Bununla birlikte aynı yıl kabul edilen 469 sayılı Mehakimi Şer’iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilâtına Ait Ahkâmı Muaddil Kanunla kadılık kurumu idari ve adli teşkilatlardan tamamen kaldırıldı.

Cumhuriyet Dönemi Ve Yargı

Cumhuriyet’in kuruluşuyla ve dinin diğer kurumlardaki etkilerinin ve organik ilişkisinin ayrıştırılması süreciyle birlikte yargı kurumlarının ve hukuk alanının da dini referanslardan ayrıştırılması süreci başladı. Dini görevlilerin yargısal yetkileri tamamen sonlandırılarak ayrı bir yargı bürokrasisi kurulmuş, ilk hukuk fakültesi 1925 yılında Ankara’da açılmıştır. Yeni dönemin ve rejimin ihtiyaçları doğrultusunda eski hukuk rejimi tamamen ortadan kaldırılarak temel yasalar Avrupa ülkelerinden uyarlanmıştır. Yeni rejimin inşası sürecinde seküler bir hukuk sistemi benimsenmiş olup, dini referanslar tamamen ortadan kaldırılmasa önemli ölçüde azaltılmıştır. Mahkemeler, şer’i kurallardan arındırılarak yürürlüğe giren daha çağdaş ve dünyevi referanslı yasal düzenlemeler çerçevesinde yargılamalar yürüterek kararlar vermeye başlamıştır.

Yargı mekanizmasındaki yapılanmada ve işleyişte ise 12 Eylül 1980’e kadar çeşitli değişiklikler olmakla birlikte esasında kuruluş ve devamında yaklaşımdan radikal bir uzaklaşma olmamıştır. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ise esaslı yapısal ve işlevsel değişiklikler yaşandı. Bunlardan birkaçı şunlardır:Bu döneme kadar ayrı yürütülen hakimlik ve savcılık meslekleri birleştirilmiş, yüksek mahkemeler olan Yargıtay ve Danıştay üyelikleri mali ve sosyal haklar haricinde diğer hakim-savcılardan ayrı bir düzenlemeye tabi tutulmuş, hakimlik teminatının en önemli unsuru olan “yer teminatı” ortadan kaldırılmıştır. 12 Eylül 1980 sonrası süreçte ise en önemli kırılma noktası 2010 Anayasa referandumuyla birlikte yaşandı.

Yargıtay Binası Açılışı

AKP Döneminde Yargı

AKP, her ne kadar 2002 yılında iktidara gelmiş ise de devlet bürokrasisi içerisinde gerek kendi kadrolarını yetiştirmesi gerekse de kadro devşirmesi ve çeşitli ittifaklar kurması belirli bir zaman aldı. Özellikle cemaat ile yapılan açık ittifakın yargı içerisindeki ilk ürünleri 2007 yılındaki Ergenekon, Balyoz ve diğer torba soruşturmalar ve davalar sürecinde alındı. Bu dönem itibariyle yüksek yargı olarak adlandırılan yargı mekanizmasının üst yapılanmasında henüz istenen etki ve kadrolaşma elde edilmemiş olsa da tabanda cemaatin mevcut gücü üzerinden bir örgütlülük yaratıldığı ve hareket kabiliyetine erişilmiş olduğu ortaya çıktı. Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerdeki merkez adliyelerde “terör” dosyalarını yürüten hakim ve savcılar üzerinde kontrolün sağlanmasıyla birlikte düğmeye basılmıştı. Bu süreçte çok sayıda siyasi operasyon yargı aracılığıyla yürütülerek binlerce insan gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı.

AKP, kendisinden önceki rejimi değiştirmek amacıyla kendisinden olmayan ve özellikle de bürokrasi içerisinde yerleşik olan etkili isim ve çevrelere yoğunlaştırdığı operasyonlarla istediği sonuçları elde etmeyi başarıyordu. Yargının tabanında istenilen etki, örgütlülük ve basıncın yaratılmasının ardından 2010 yılına gelindiğinde bu sefer hedefte yüksek yargı bulunuyordu. Aslında 2007 yılında başlayan sürecin devamı niteliğindeki adımlar gizli saklı değil, açıktan ve “cesur” hamlelerle yapılıyordu. Kimi liberal çevrelerin de “darbeyle hesaplaşma” adına “yetmez ama evet” dedikleri Anayasa değişikliği, yargının üst yapısının da ele geçirilerek gericilik tarafından tamamen teslim alınması sürecinin ana durağıydı.

Gerek ülkemizde gerekse dünyada polisin/kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin artması aynı anda hukukun askıya alınması ve diktatörlüğe giden bir değişimdir.  Türkiye’deki dikta rejimine giden yolda polisin yetkilerinin arttırılmasıyla eş zamanlı olarak dinci gericiliğin de hem toplumsal yaşamda hem de yapısal olarak her alanda etkisi artmıştır. Yargı alanı da bu etkiden muaf olmadığı gibi hakim-savcı kadroları bir yandan cemaat ve tarikatlara teslim edilirken, diğer yandan bu kadroların imza attıkları kararlardaki dini referanslarda da gözle görünür bir artış yaşanmaya başladı. Anayasa ve kanunlara dini referansları açıktan koyma meşruiyetini bulamayanlar şer’i atıfları mahkeme kararlarına koymak suretiyle içtihat yaratarak ideolojik hegemonya tesis etme çabası içerisindeler. Söz konusu referansların hukuksal dayanağı bulunmadığı gibi meşruluğunun da olmaması sebebiyle siyasi iktidar ellerindeki kadrolarla ve güçle fiili durum yaratmaya çalışmakta.

2010 Anayasa değişikliğinin yargı ile ilgili esaslı kısmı yüksek yargı organı olan Yargıtay’ın yapısına ilişkin değişikliklerdi. Yargıtay’ın işlevi, yerel mahkeme kararlarına yapılan itirazlar sonucunda hem nihai karar verme yetkisine sahip olması hem de verdiği kararların içtihat olarak değerlendirilerek tüm yargılama faaliyetini esastan belirlemek şeklinde özetlenebilir. 2010 yılı öncesinde Yargıtay’daki kadroların siyasal ve ideolojik pozisyonu ise ağırlıklı olarak Kemalist olarak nitelendirilebilecek kadrolardan oluşan bir toplamdı.

AKP’nin, yargı mekanizması içerisinde hakim-savcı tabanında elde ettiği güç ile Adalet Bakanlığı aracılığıyla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundaki (HSYK) gücü, yüksek yargıda istediği etkiyi yaratmıyordu. Mevcut üye belirleme ve seçme usulleriyle de Yargıtay’da etkin olamayacağını anlayan siyasi iktidar tam da bu nedenle Anayasa değişikliğiyle yüksek yargının yapısını tamamen değiştirerek hegemonya kurmayı amaçlıyordu. Siyasi iktidar, Yargıtay’ın mevcut üyelerini değiştirmek ya da tasfiye etmek şeklinde bir hamle yapamamasından kaynaklı olarak tercihini üye sayısını arttırmak ve seçilecek yeni üyeler aracılığıyla mevcut yapının etkisini kırmak yönünde yaptı. Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesiyle birlikte Yargıtay’ın üye sayısı arttı, yeni açılan kadrolara yüzlerce yeni hakim “atandı” ve bu değişiklikler sonrasında AKP artık yüksek yargıda da istediği gücü elde etmeyi başardı.

AKP-Cemaat ayrışması ve kavgasına kadar sürecek olan bu işleyiş, Fethullahçıların 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yeni bir boyuta evrildi. Darbe girişiminin hemen ertesinde görevli hakim-savcıların 1/3’ü önce meslekten uzaklaştırıldı, sonrasında ise süreç ihraç edilmeleriyle devam etti. Aynı dönemde Yargıtay üyelerinin tamamının görevi sonlandırılarak, üyelik için yeniden seçim yapıldı. Bu doldur-boşalt dönemini de esasen tasfiye edilen Fethullahçı hakim-savcıların yerlerine Süleymancılar, Hakyolcular ve Menzilcilerin geçirilmesi olarak özetlemek yanlış olmaz. Hakim-savcıların kolaylıkla ihraç edilerek yerlerine yenilerinin atanması, yine hakim-savcı sayısının iki kat birden arttırılması Taylorizm ve Fordizm ile benzer bir işlev görmüş, üretim süreçlerini kitleselleştirmiş ve emek gücünü vasıfsızlandırmıştır.

Mahkeme Kararlarındaki Dini Referanslar

Kuzguncuk’taki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin haçını söküp yere atan Mazlum Serin’in yargılandığı davada mahkeme sanık hakkında 1 yıl 4 ay hapis kararı vermişti. Kararı veren İstanbul Anadolu 64. Asliye Ceza Mahkemesi kararının gerekçesini Diyanet tefsirindeki “En’am Suresinin 108. ayetine dayandırmıştı. Bu karar alenen dinin hukuk alanına müdahalesiyken, dinin yasalara, yargıya adım adım temel referans olmaya başladığının da açık bir göstergesiydi. Benzer şekilde Anayasa Mahkemesi’nin müftülere dini nikah kıyma yetkisi verilmesine ilişkin CHP’nin başvurusunu reddettiği kararında da “Kural, İslam dinine mensup bireylerce din ve vicdan özgürlüğü kapsamında bir ihtiyaç olarak görülen dini törenin yapılmasını kolaylaştırmaya yönelik bir düzenleme niteliğindedir” şeklinde gerekçe kurarak İslam inanışına göre yasa yapıldığını ilan etmişti. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’daki laiklik ilkesini çiğneyerek, Mazlum Serin davasında olduğu gibi ayetli-sureli mahkeme kararlarının yolunu açmış oldu.

Daha güncel bir örnek ise Adalet Bakanlığı’nın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sergi kapsamında açılan soruşturmayla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bir başvuruda evrensel hukuk ilkeleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bir görüş bildiriminde bulunmasıydı. Bakanlığın verdiği cevap yazısında eşcinselliğin İslam dini literatüründe ‘yasak’ ve ‘haram’ kabul edildiği belirtilerek; “İslam’ın tek yaratıcı olan Allah inancı ve tevhid inancına aykırı olan ‘Şahmeran’ figürünün yine İslam’ın ve Müslümanların yeryüzündeki en kutsal mekan olarak kabul ettiği Kabe’nin tasvir edildiği bir resim üzerine yapıştırılması suretiyle oluşturulması ve sergilenmesi değerlendirildiğinde, gayri muayyen kişilere yönelik alenen yapılan soruşturmaya konu eylemlerin LGBT olarak anılan bir sosyal kesim ve Türk toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman vatandaşlar açısından halkın sosyal sınıf bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik edici nitelikte olduğu iddianamede de olgusal temelleriyle birlikte ortaya konulmuştur”şeklinde beyanlarda bulunulduğu haberlere yansımıştı.

Başka bir mahkeme kararında içerisinde Allah kelimesi geçen cümlede parantez içine “haşa” kelimesinin yazılması, besmele ile duruşma açan hakimler ve gerekçeli kararlarda surelere atıfta bulunan mahkemeler, yargıda dini referansların kullanımındaki artışın basına yansıyan sadece birkaç örneği. Yaklaşık on yıl önce yargıyı siyasi irade eliyle Fethullahçılara teslim edip “yargı imamlarıyla” iktidarın aparatına dönüştürenler bugün de Fethullahçıların yerini alan Süleymancılar, Hakyolcular ve Menzilcilerle birlikte Ali Erbaş zihniyetindeki “imamın yargısını” hayata geçirme çabasında. 

2021 yılı için yaklaşık 13 milyar lira bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürüten Ali Erbaş, dua etmeye giderken kullandığı 1 milyon lira değerindeki Mercedes’inden “fakirlik Allah’a yakın olmaktır”şeklinde fetvalar vererek, dini ve inancı neden ticarete, siyasete ve adalete yansıtmak istediğini son derece açık bir şekilde dile getirmekte. Diyanetin amacı Orta Çağ’daki gibi yargının bizatihi yürütücüsü olmak değil ise de yargının/hukukun referansı ve meşruiyet dayanağı olma iradesi gösterdiği tartışmasız. Yasal düzenlemelerde yer almasa dahi mahkeme kararlarıyla ve yargı içerisindeki örgütlenmelerle dini referansların kuvvetlenmesi, seküler düzenlemelerin fiili olarak etkisizleştirilmesi ve Orta Çağ karanlığından kalma şer’i referansların yeniden gündem edilme çabası önemsiz görülmemeli. 

Osmanlı döneminde kadıların iki referansından biri padişahın fermanı, diğeri şeyhülislamın fetvasıydı. Bugünün Türkiye’sinde de yargının asıl referansı Saray’ın açıklamaları olup, Diyanet İşleri Başkanının uğraşısı da da şeyhülislam olma gayreti olarak okunabilir. Yapılan açıklamalarda ve mahkeme kararlarında yer alan dini referansların münferit vakalar olarak değerlendirilmesi birçok nedenle mümkün değil. Çünkü, birincisi söz konusu eğilimin siyasi iktidarın söylem ve eylemleriyle paralellik gösteriyor, ikincisi bahse konu kararları veren hakimler hakkında herhangi bir cezai ve idari işlem başlatılmıyor, üçüncü olarak ise benzer nitelikte kararların yakın tarihlerde peşpeşe gelmesinin tesadüfle açıklanması mümkün görünmüyor.

Saray Rejimi’nin her geçen gün toplumsal alanda güç ve meşruluk kaybını telafi edecek çeşitli hamleler yaptığını ve yapacağını tahmin etmek zor değil. Hukuk ve yargı alanında yaşanan gelişmelerin de bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor. Gericiliğin şiddetini arttırmasıyla birlikte bir yandan kendi tabanını konsolide etme çabaları, diğer yandan da yerleşik bulundukları idari ve yargısal makamların yetkilerini ziyadesiyle aşarak rejimin bekasını koruma refleksleri gelecek günlerde de farklı şekillerde karşımıza çıkmaya devam edecek gibi görünmekte.

Kaynak: Bu yazı ilk olarak Türkiye İşçi Partisi’nin Teorik Yayın Organı Komünist’in 15. Sayısında Yayınlanmıştır.