Dünyanın en güzel çocuğuna*
Geçtiğimiz Nisan ayında Ankara Batıkent’te 3 kişi tarafından sokak köpeklerinin zehirlenmesine ve zehirlenen köpeklerin can çırpındığı o acı görüntülere şahit olduk. Bu olay, zehirlenen köpeklere ilişkin görüntülerin yayılmasıyla birlikte sosyal medyada büyük bir infiale yol açtı. Bu “acımasızlığı” gerçekleştirenler kamera görüntülerinden tespit edildi ve soruşturma başlatıldı. Batıkent’te gerçekleştirilen katliamın bu denli zihnimizde yer etmesinin sebebi yakın zamanda gerçekleşmesi mi, toplu bir zehirleme yapılması mı, görüntülerin hemen yayılması mıydı, farklı gerekçeleri var… Ancak bunun gibi hayvana şiddet vakalarının “olağanlaştığı” gerçeği karşımızda durmaktadır. Ve süreklileşme arasında gözümüze çarpan her olayda aklımıza gelen ilk soru “neden”; bir insan bir hayvana neden eziyet eder ya da bundan neden haz alır, acı duymaz?
“Hiçbirimiz hayvanlara eziyet edilmesini istemeyiz. Ancak bu, içinde yaşadığımız toplumun hayvanlara eziyet etmediği anlamına gelmez. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre sadece 2015 yılı içerisinde 3 milyara yakın hayvan gıda üretimi için kesildi. Bu kadar hayvan nasıl yetiştiriliyor? Hayvanlar bu süreçte neler tecrübe ediyor? Yaşadıkları acının ahlaki bir önemi var mı? Hayvanları yemekte veya diğer şekillerde kullanmakta haklı mıyız? Hayvan hakları diye bir şey olabilir mi? Hayvanlara karşı ahlaki sorumluluklarımız nelerdir? Hayvanlar hukuk tarafından korunabilir mi?” hayvanlara uyglanan şiddetin en fazla tepki çeken görünümü ile giriş yapmış olsak da, Engin Arıkan tarafından kaleme alınan Hayvan Hakları İnsan Hukuku kitabı, yalnızca sokak hayvanları özelinde değil, geniş bir alanda bu gibi sorulara yanıt vermeye çalışıyor. Şiddetin “neden”ini sorgulamaya başladığımızda karşımıza çıkan kitapta, ilk bölümde, hayvanlara ilişkin bir toplum sözleşmesinin, ahlaki/etik değerler nezdinde kategorizasyonun yerleşikleşmediği sonucuyla karşılaşmaktayız.
Akademik bir çalışma olan kitapta, birinci kısımda felsefi kuramda hayvanlar irdelenirken; ikinci kısımda bu alanda Türkiye’de ve dünyadaki düzenlemelere yer verilmiştir. Kadın hakları, çocuk hakları, azınlık hakları gibi hayvan hakları alanında da son yüzyılda birtakım gelişmeler kat edilmiştir. Ancak bu gelişmeler salt normatif düzende meydana gelmeden önce ya da bununla birlikte, toplumsal bir ihtiyacın sonucu olarak, felsefi kuramda bir uzlaşı ile ortaya çıkmaktadır. Hayvanların bu gelişmelerden daha az etkilenmesinin nedeni de burada, bu alandaki tartışmaların daha az seyretmesindedir. Kitabın ilk bölümünde hayvan refahı ve hayvan hakları alanında yapılan tartışmalara yön vermiş isimlerden Peter Singer, Tom Regan ve Rosalind Hurthouse’un görüş ve araştırmalarına yer verilmektedir. Burada örneğin Singer’ın öne sürdüğü menfaatlerin eşit önemsenmesi ilkesi ile hayvanları “acı ve haz hissetme kapatisinden dolayı menfaatleri olan varlıklar” olarak ele alması, meselenin ne kadar geniş boyutları olduğunun idrakına yol açıyor.
Bu nedenle, kitabın ilk bölümünde felsefi kuramda hayvan haklarına dair ileri sürülen görüşler ve tartışmalar, ikinci kısımda yer alan hukuki boyuta nazaran farklı bir gözle düşünmeye sevk etmesiyle daha dikkat çekici.
İletişimimizin ve ilgimizin daha aktif olduğu hayvanlara yapılan muameleye tepkimiz yüksekken, tüketim bağımız nedeniyle endüstriyel hayvancılığa dair büyük çoğunluğumuzun görmezden geldiği veriler de kitabın ilk bölümünün katkılarından diyebiliriz. Endüstriyel hayvancılığa dair en dikkat çekici kısımlardan birisi, süpermarketlerde bazı yumurta paketleri üzerindeki “gezen tavuk yumurtası” etiketiyle yavaş yavaş farkındalığımıza yol açan yumurta üretim sürecinde tavukların daha fazla yumurta=daha fazla kâr amacıyla çok dar, kalabalık kafeslerde tutulmasının yanında, yeni yavrular arasından erkek civcivlerin hemen seçilerek öldürülmesidir! Evet, erkek civcivler etleri için endüstriyel hayvancılıkta yetiştirilmezler; çünkü ırkları et üretimi içim verimli değildir ve yavrular arasından hızlıca seçilerek öldürülürler. Tavuklar genellikle, mevcut alanda -fabrikalarda- daha fazla ürün elde edebilmek için oldukça sıkışık ortamlarda yetiştirilir ve bu sıkışık ortamın hayvan üzerinde yarattığı stres nedeniyle tavukların birbirleri ile kavga etmeye başladığı, hatta bazen birbirini öldürmeye başladığı bile görülür. Ancak üreticinin tabi ki bunun da bir çözümü vardır; tavukları sakinleştirmek için fabrika ışıklarını kapatarak onları karanlıkta bırakmak!
Süt hayvancılığında ise durum farklı değildir. Hayvanların verimli ve sürekli olarak süt vermeleri için, hayvanlar düzenli olarak suni döllenmeye maruz kalmaktadırlar. Süt verme randımanı bir süre sonra düşen inekler de kesimhaneye gönderilir. Hayvanların menfaatleri ancak şirketlerin kârları ile uyuştuğu sürece korunur, kâr getirmeyen bir menfaat hemen gözden çıkartılır. Bir canlının endüstriyel süreçten geçirilerek öldürülmesi ya da süt vb. ürün elde edilmesi için ona zarar verilmesinin sebebi, buradaki tüketimin kültürün bir parçası olmasından ziyade, üretim bakımından bu yöntemin kârlı olmasıdır. Bundan dolayı, bir süt fabrikasına ait reklamlarda gerçek görseller yerine animasyonlar ile oluşturulmuş gülen inekler görürüz. Üretim süreçleri de doğallığı veya insan sağlığını amaçlamaktansa kâr oranlarını arttırmaya yönelik düzenlenir.
Örnekler bunlarla bitmiyor. Hayvanların bilimsel deneylerde kullanılması, özellikle kozmetik sektöründe denek olarak kullanılması, kürkleri için katledilmeleri, balık ve diğer deniz canlılarının avlanma ve diğer süreçleri, sirk-hayvanat bahçesi vb. gösteriler için doğal yaşam alanlarından koparılmaları ya da türlü şiddete maruz kalmaları… Gözümüzü biraz olsun çevirdiğimizde, yaşamın birçok alanında hayvanların insanlar tarafından “acımasızca” katledildiğini, şiddete maruz kaldığını görürüz. Bunların bir kısmı bir “ihtiyacın” karşılanması için kaçınılmaz olarak öne sürülür; bu nedenle öncelikle “sebepsiz” uygulanan şiddet tepki çeker. Oysaki yeteri kadar ses çıkarılmayan o yerde, toplama bakıldığı zaman endüstriyel hayvancılık daha fazla acı ortaya çıkarmaktadır. Kitapta yer verilen Singer’ın felsefesine göre; acının bir kötü olduğu, acı veren eylemlerin ahlaka aykırı olduğu oldukça basit ve bir o kadar da etkildir. Belki de çıkış noktamız bu kadar yalın olmalıdır. Bu yalınlığın ardından gelecek önkabul, örneğin endüstriyel hayvancılığa yönelik eleştirilere “Peki hiç et yemeyelim mi” sorusunu dayamaktan ziyade, bu alanda ne gibi iyileştirmeler yapılabileceğine dair tartışamaların ve basıncın önünü açacaktır. Mesela bilimsel deneylerde kullanılan hayvanlar için bu merkezlerde etik kurullarının oluşturulması ya da yumurta üretim çiftliklerinine belli bir metrekarede belli sayıda üretim zorunluluğunun getirilmesi gibi…
Son olarak, kitabın ilk bölümünde yer alan tartışmalar: ahlak felsefesi kuramlarından faydacılık, ödev ahlakı ve erdem etiği yaklaşımları doğrultusunda günümüz toplumlarının hayvanlara olan yaklaşımının radikal bir şekilde değişmesi gerektiği tezi, normatif alanda yapılacak/yapılması gereken düzenlemelerin önünde tüketilmesi ve yerleşikleşmesi gereken bir alan olarak durmaktadır. Bu nedenle, hayvanların hukuk tarafından nasıl korunduğu ya da korunacağı bir başka yazının konusu olarak burada kalıyor. Ancak şunu eklemek gerekir; tepkimizi en çok çeken şiddet ve acımasızlığın nedenini sorgulamaya başladığımızda karşılaştığımız manzara, meselenin aynı zamanda kapitalist toplum yapısı ve tüketim ilişkileriyle doğrudan bağlantılı olduğu sonucuna çıkmaktadır. Yani, hayvan hakları alanında atılacak her bir adım, doğa ve kent alanı, mülteci hakları, kadın hakları, çocuk hakları ve diğer alanlarda yaşanacak toplumsal dönüşümün habercisi, “iyi ve güzel” olana bir adım daha yaklaşmaktır.
Av. Özge İNCE
Kaynak: Hayvan Hakları İnsan Hukuku, Engin Arıkan, Ekin Yayınevi, 2016
Yanıt Yazınız