Av. Mahir Arduç Yazdı; Konuşmayan Kan, Avukat Ömer, Adalet ve Çeyrek Yüzyıllık Panorama

Kan Konuşmaz, halkımızın büyük şairi Nazım Hikmet’in pek az bilinen romanlarından birincisidir. Komünistliği ve şiirleri ile bilinen büyük ustanın romanda, günümüzün edebiyat ortamı düşünüldüğünde bir hayli ileride olduğunu söylemek yanlış yahut fazlaca iddialı olmayacaktır. Bu kısa yazımızda Kan Konuşmaz romanının basım hikâyesi ve genel hatları ile romana ilişkin düşüncelerimizi aktaracağız.

Tefrika Roman: Kanın soylusu olmaz “Kan Konuşmaz”!

Nazım Hikmet’in roman yazmak konusunda tereddütleri olduğu, buna rağmen kendisinin de roman yazmak istediği ve hatta 1933 yılında Bursa Cezaevi’nde bulundu günlerde tanıştığı hapishane arkadaşları Necmi Usta, Gâvur Cemil Hoca, Selim Beyefendiye “Sîzleri yazacağım romanda yaşatacağım” şeklinde söz verdiği rivayet edilmektedir.

Bunun yanı sıra Demirtaş Ceyhun’un Cumhuriyet Kitap ekine yazdığı yazısında belirttiği bir diğer konu ise Nazım’ın tüm bunlara rağmen roman yazıp yazamayacağı konusunda tereddütleri bulunduğudur.

“1935 yılı ortalarında bir gün Naci Sadullah, gene “ağır geçim sıkıntıları” çeken Nâzım Hikmet’e, o günlerin en çok satan gazetesi -kendisinin de çalıştığı- Son Posta için “Bize bir roman yazsana” demiş. Kemal Sülker, “Nâzım Hikmet’in Gerçek Yaşamı” adlı boyutlu incelemesinin 4. cildinde böyle anlatıyor. Nâzım Hikmet de “mavi gözlerinin çocuksu bakışlarını” şaşkın şaşkın Naci Sadullah’ın gözlerine dikerek, “Bilmem ki…” demiş, “Becerebilir miyiz?” ama; Kemal Sülker’in yazdıklarına göre Naci Sadullah, “Ethem İzzet bile roman yazıyor” diye kışkırtarak Nâzım’ı da bir roman yazabileceğine zar zor inandırabilmiş. Ve böylece Kan Konuşmaz romanı ortaya çıkmış(Sayfa 219).” Nihayetinde Kan Konuşmaz Son Posta gazetesinde Orhan Selim imzası ile bölümler halinde eski deyişle tefrika edilmeye başlanır.

Anti Faşist İçerik

Nazım’ın, yukarıda değinilen konulara ek olarak ülkemizde yükselişe geçen faşist harekete cevap mahiyetinde bir roman yazmak istediği de aktarılmaktadır. Nazım’ın, Kan Konuşmaz adlı romanını kaleme aldığı 1930’lu yıllar dünyada ve buna paralel olarak ülkemizde de faşizmin yükselişe geçtiği yıllardır. Tereddütsüz bir şekilde işçi sınıfının iktidara gelmesini engellemek amacıyla başta Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco gibi faşist yönetimler iktidara gelmekte, bu sürece paralel olarak dünyanın başka birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de örgütlenmeye başlayan faşist hareket dünyadaki diğer emsallerinin yaptığı gibi “Soylu Kan”larından bahsetmekte, diğer ırklardan nice üstün olduğunu anlatmaktadır. İşte Nazım buna cevap olarak soyluluğun kanda değil, yaşama bakışta ve beşeri alçaklıklar karşısında alınan tutumda gizli olduğunu söyleyen romanı Kan Konuşmaz’ ı kaleme almıştır.

Çözülüşten Kuruluşa Çeyrek Yüzyıllık Panorama

Kan Konuşmaz romanının olay örgüsü, yaklaşık olarak 1910 yılında başlamakta ve yine yaklaşık olarak 1935 yılında sona ermektedir. Meşrutiyet sonrası İstanbul’unda başlayan romanda sırasıyla İttihatçıların iktidara gelişi, birinci paylaşım savaşı, İşgal, Kurtuluş Savaşı dönemi, nihayetinde bağımsızlık ve Cumhuriyet dönemi anlatılmaktadır. Romanda her bir dönem içinde emekçi sınıfların durumu, siyaseti algılayışı, emek sermaye çelişkisi, İttihat Terakki’nin iktidara gelişi ve yarattığı sonuçlar, Birinci Dünya Savaşı, savaşın emekçi sınıflar için nasıl bir yıkıma yol açtığı, savaş yıllarındaki vurgunculuk ve sermaye birikimi, işgal, açlık, yoksulluk, Osmanlı’daki işçi hareketleri, grevler, ilk komünist örgütlenmeler, Kurtuluş Savaşı, Kuvayı Milliye ve nihayetinde emekçiler için değişmeyen yoksulluk tablosu işlenmiştir. Tıpkı Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanında anlattığı gibi ne meşrutiyet, ne savaş ve işgal ne de kapitalist Cumhuriyet emekçi sınıflar için sömürü ve yoksulluk dışında pek bir şey sunmamıştır. İşgale karşı direnen ve grev örgütleyen işçiler işgal yıllarında Osmanlı’nın hafiyeleri ve işgalcilerin zabitleri tarafından nasıl derdest ediliyor ise Cumhuriyet Türkiye’sinde de direnen işçiler bu sefer kapitalist Cumhuriyetin hafiyeleri ve kolluk kuvvetleri tarafından derdest edilmekte ve işkenceye maruz bırakılmaktadır.

İşçi Evlerinde Lambalar Yanmaz

Nuri Usta ve ailesinin birinci paylaşım savaşından cumhuriyetin ilk yıllarına kadar yaşadıklarını ve geçirdikleri dönüşümün anlatıldığı roman, Seyfi “Bey”in konağında tecavüze uğrayan Gülüzar’ın, Nuri Usta’nın evine tabir yerindeyse sığınması ile başlar. Ardından romanın çocuk kahramanı Ömer’in doğumu ve savaş ile birlikte kahramanlarımızın hayatları büyük bir hızla değişir. Bir tarafta ilkel sermaye birikimi ve zenginleşen sınıflar diğer yanda emekçi mahallerinde derin bir yoksulluk eş anlı olarak yaşanmakta, mahalleler neşesini, renkliliğini ve sesini kaybetmektedir. Bu gidişten azade olamayan Nuri Usta ve ailesi de giderek yoksullaşmaktadır. Hatta işler öyle bir noktaya gelir ki, Nuri Usta dükkânındaki tüm alet edevat ve torna tezgâhını aynı mahallede ve çarşıda komşusu olan geçmişin Ali Usta’sı şimdinin Ali Bey’ine satmak zorunda kalır. Bir gözü görmeyen Nuri Usta askere alınmamakla birlikte Kasımpaşa’da bulunan tersane fabrikalarında çalışmakla görevlendirilir. Bedelini verenlerin askere gitmekten kurtulduğu, kiminin işi kılıfına uydurduğu aynı günlerde Nuri Usta’nın mahalleden arkadaşı Yorgancı Selim askere alınır. Ve böylece yoksulluk ve açlık ile gelen savaş, can almak için emekçilerin kapısını çalmıştır.

Günler birbirini kovalarken Nuri Usta’nın oğlu Ömer de büyümekte, Kasımpaşa’da arkadaşlıklar kurmakta ve hayata dair sorularını biriktirmektedir. İşte Ömer biriktirdiği soruları ile babasının karşısına çıkar ve aslında tarihin nasıl da acımasız bir sınıf savaşı olduğu gerçeğini sorularıyla sade bir şekilde anlatıverir(sf.132).

“ Harbin ikinci yılı, ustanın evine bir gecenin karanlığında girdi. Artık evde her gece lamba yakmıyorlar. Gaz yok.
Ömer üç yaşında. Bütün rengini gözlerinin mavisinde toplamış, zayıf, sarışın ve yüzü çok kansız bir çocuk.
Bir akşam Nuri Ustaya, Ömer sordu:
 Baba, aşağıda büyük, kocaman kocaman lambalar yakıyorlar. Niyazi’nin evinde de lamba yanıyor, biz niçin lamba yakmıyoruz?
Gülizar, Ömer’i azarlamak istedi.
 Üstüne vazife olmayan işlere karışma, diye çıkıştı.
Fakat usta büyük bir ciddiyetle çocuğa cevap verdi:
 Oğlum, aşağıda büyük, kocaman kocaman lambaların yandığı yer Bahriye Nezareti’dir(Bugünün Deniz Kuvvetleri Komutanlığı). Niyazi’nin babası Yahudi bakkalın dükkânını aldı. Zengin. Biz ne Bahriye Nezareti’yiz ne de bakkal dükkânımız var. Bizim ev, amele evi, Ömer. Anlıyor musun? Senin baban amele… Ameleler evde artık geceleri lamba yakmıyorlar.
Ömer inatçıydı. Babasının sözleri ona hiçbir şeyi anlatmamıştı. Anasına yan yan bakarak, ustaya sordu:
 Niçin, ameleler, evlerinde lamba yakmıyorlar, baba? Biz niçin zengin değiliz? Biz, niçin o büyük, kocaman kocaman lambaların yandığı yerde değiliz?
Usta güldü:
 Büyüyünce anlarsın, dedi…
Fakat kendisi de bu niçinlerin niçin olduğunu adam akıllı anlayamıyordu.”

Bu kısa alıntıdan da anlaşılacağı gibi savaşla birlikte emekçiler derin bir yoksulluğa yuvarlanmış ve sınıfsal çelişkiler belirginleşmiş, birileri sermayeyi biriktirirken emekçiler lamba yakmaya gaz bulamaz hale gelmiştir. Olayların devamında emekçi çocuklarının ölüm haberleri cephelerden gelmekte, ateş düştüğü yeri yakmaktadır. Ancak ölümler çoğaldıkça sıradanlaşmış ve olağan bir durum halini almıştır. İçinde Nuri Usta’nın da bulunduğu emekçi sınıflar derin yoksulluk içinde kör olmuş ve ne hikmetse “vatansever zenginler” ortaya çıkmış başka bir deyişle türemiştir. Topluma vahdet ve sabır telakki eden din adamları hastane imamlarına dönüşmüş ve yanakları bir hayli tombullaşmıştır. Liberal “aydınlar” ise kan gölü içerisinde devlet katında önemli görevler alarak ihale dağıtımına girmişlerdir. Ve savaşın sonunda işgal kapıya dayanmıştır. Ve artık yoksulluk savaş dönemini dahi aratmaktadır.

İşgale Karşı Direniş ve Sol

Dünyanın neresine giderseniz gidin solcular yurtlarını ve ülkelerini başka ülke, ırk ve toplumlardan nefret etmeden ve kendilerini üstün tutmadan severler. Ancak ülkelerine karşı haksız bir savaş başlatıldığında, işgal karşısında “komünistler Moskova’ya” diye höyküren hamburger milliyetçilerinden, vatan – millet edebiyatı yapıp keseyi ağzına kadar dolduran müteahhit milliyetçilerden çok daha iyi direnirler. İşte işgal İstanbul’ unda dönemin işçi ve komünist hareketi bu duygularla işgale karşı açık bir mücadele yürütmüştür. İşgalcilerin ekonomik çıkarlarına karşı, demiryolu, tersane, tütün, kara ve deniz taşımacılığında çalışan işçiler ciddi grevler örgütlemiştir. Nazım Hikmet romanında işgale karşı direniş fikrinin nasıl şekillendiğini, emperyalistler arasındaki rekabete meze olan işçi ağalarını, işçilerin ırk ayrımı yapmaksızın hep birlikte işgale karşı direnişini açıkça ortaya koymaktadır. Kanaatimce Kan Konuşmazdan çıkarılması gereken en önemli derslerden biri de ülkemizde sol ve komünist hareketin sonradan gelen/icat edilen bir hareket olmadığı aksine işçi sınıfı ve sol hareketin daha doğarken işgale ve diktatörlüğe karşı mücadele içinde hep var olduğudur.

Kan Konuşmaz anti faşisttir ve işçilerin birliğini savunur. Romanda İstanbullu bir Bulgar olan Stoyan(Ömer’in Stoyan amcası), Nuri Usta ve Sait etrafında anlatılan işgale ve sömürüye karşı mücadele hikâyesi bir hayli öğretici ve tanıdıktır. Stoyan ve Sait ile tanıştıktan sonra Nuri Usta ve ailesi yavaş yavaş sınıfsal bir bakış açısı ile hayatı ve olayları yorumlarlar. Ve hatta afacan Ömer kendisini mücadeleye öylesine kaptırır ki babasından habersiz bir şekilde Sait’e ulaştırılması gereken beyannamelerin içinden bir miktar alır. Bu beyannameleri işgalcilerin hafiyeliğini ve polisliğini yapan Osmanlı karakolunun kapısına, Padişah Vahdettin’e benzettiği bekçinin kulübesine dahi asar. Bunun yanı sıra romanda gâvur ve Müslüman olarak yapılan ayrımın suni bir ayrım olduğu “gâvurun gâvurunun olduğu gibi Müslümanın da gâvuru olduğu” ve asıl olarak bu gâvurlarla mücadele etmek gerektiğine de değinilmektedir.

Avukat Ömer, Konuşmayan Kan ve Adalet

İşgal sona ermiş, genç cumhuriyet yol almaya başlamış ve Ömer artık büyümüş ve avukat olmuştur. Bürosunun açılışını yaptığı günlerde babası Nuri Usta bir trafik kazası geçirir ve bir bacağı kesilmek zorunda kalınır. Kazaya sebebiyet veren ise romanın başından tanıdığımız fabrikatör Seyfi “Bey”dir. Ömer, Fabrikatör Seyfi’nin cezalandırılması için hukuk mücadelesine başlar. Ömer’in amacı özetle bu gibi bir trafik kazasına sebebiyet veren bir taksi şoförü nasıl tevkif ediliyorsa, babasının bacağının kesilmesine sebebiyet veren bu fabrikatörün de aynı şekilde tevkif edilmesi ve hak ettiği cezayı almasıdır. Ancak ne hikmetse bir taksi şoförünü, bir emekçiyi derdest etmekte pek mahir olan mahkemeler bir fabrikatörü aynı rahatlıkla derdest edememekte ve kefaletle serbest bırakmaktadır. Bu durum genç cumhuriyetin sınıfsal karakterini de açık etmekte Osmanlı’nın imtiyazlılarının genç cumhuriyetinde imtiyazlıları olmaya devam ettiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Fabrikatör Seyfi’nin kefaletle serbest bırakılması ile birlikte bir taraftan yargı süreci devam etmekte diğer taraftan Ömer’i davasından vazgeçirmek üzere geçmişin hayaletleri ziyaret etmektedir. Bu hayaletlerin ziyaretleri sonuç vermemiş ve Ömer büyük bir kararlılıkla babasının davasına devam etmiştir. Nihayetinde fabrikatör Seyfi, Ömer’i davadan vazgeçirmek için son kozunu oynamak sahneye çıkmıştır.

Ömer’in son sözü ise bugün dahi adalet mücadelesi verenlerin zihinlerinde yankılanmaktadır.

“Beşeri Alçaklıklar Karşısında Feryatları Kanlar Değil Şuurlar Koparır”

Sonuç Yerine

Gerçekle ve büyük ormanla bağını koparmayan bir roman Kan Konuşmaz. İşte estetik hesaplaşma denen hesaplaşma ise tam da bu noktada başlıyor. Büyük ormanla, hayatla bağını koparmayan roman bize birçok şey söyler. Orada ülke, işgal, sömürü, aşk, anne ve baba olmak, kardeşlik, iyilik, kötülük, yoksulluk, mutluluk, beşeri alçaklıklar, feryat eden şuurlar hukuk ve adalet mücadelesi vardır. Bu yüzden estetik hesaplaşmanın mevzisi gerçeğin ve büyük ormanın içine kazılmalıdır.