Yaşamını sürdürebilmek için doğanın varlığına muhtaç olan insan, tarih boyunca bu varlığı acımasızca ve bencilce tüketerek, gücü daima elinde tutmaya uğraşmış ve paylaşımdan uzaklaşarak yeryüzündeki tüm kaynaklara sahip olma egosuyla ve büyük bir savurganlıkla kaynakları hızla tüketmiştir. Güç savaşları içinde savrulan insanlık kendi doğallığını kaybetmiş ve varlığını korumak için kurduğu devletlerin yarattığı savaşların neden olduğu inanılmaz acı ve yıkımlar ile karşı karşıya kalmıştır. Savaşlarda kaybedilen milyonlarca insanın yanı sıra, savaşın yarattığı açlık, hastalıklar ve salgınlar yok oluşlara neden olmuştur. Tarih sahnesindeki her savaşın sonunda savaştan dönen askerler yanlarında sadece savaş alanlarından elde ettikleri acımasız zaferler, ganimetlerle dönmemiş, hastalıkları da ülkelerine taşımışlardır. Roma ordusu, milattan sonra 165 yılında doğudan dönerken, 5 milyon insanın ölümüne neden olan bir salgın hastalığını da yanlarında getirmiştir. Bugünkü bilimin bilgisiyle bu hastalığın kızamık ya da çiçek olduğu öne sürülmektedir. Tarihteki ilk büyük pandemi “kara ölüm” adıyla bilinen 1346-1353 yıllarında Asya’dan Avrupa’ya yayılarak Avrupa nüfusunun yarısını yok eden veba hastalığıdır. Moğol ordusu 1347’de Kırım’da bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatmış ve vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atarak vebanın Çin’den tüm Avrupa’ya yayılmasına neden olmuştur 1. Sadece 14. yüzyılda yaklaşık 200 milyon insanı yok eden veba, “Kara Ölüm” olarak isimlendirilmiştir. Bu büyük salgın Avrupa’nın sosyal temellerini değiştirerek, Roma Katolik Kilisesinin de büyük darbe almasına neden olmuştur. Kilisenin dini gücünü kullanarak başlattığı Haçlı Savaşları sırasında Orta Asya’dan gelen Moğolların, vebalı cesetleri bir savaş tekniği olarak kullanmaları nedeniyle Avrupa adeta Kara Ölüm’ e teslim olmuştur. Ne acıdır ki, bu dönemde Avrupa kendisi ile yüzleşememiş, adeta ortaçağ karanlığı içinde Museviler, Müslümanlar, yabancılar, azınlıklar, yoksulluktan ve açlıktan dilenmek zorunda kalan dilenciler büyük zulümlere uğramıştır. Yaşamın belirsizliği, insanın acıdan ve yokluktan düştüğü durum bir o kadar da kötülüklerin, zulümlerin tarihiyle yaşanmıştır. Veba döneminde yaşanılanları anlatan eser Giovanni Boccaccio’ nun 1353 yılında yazdığı Decameron isimli başyapıtıdır 2.
Savaşların yarattığı yıkımlar, açlık, yokluk ve beraberinde ortaya çıkan kırımlardan, salgınlardan acı tecrübeler edinen insanlık, ancak bilimin ve uygar insan olabilme çabasının getirdiği katkılar sonucunda bu hastalıklarla baş edebilmeyi öğrenmiştir. Bilimin ışığında çalışan, mücadele eden insanların buluşlarıyla ortaya çıkan aşılar salgınlarla mücadele edebilmenin en önemli silahı olmuştur. Savaşlar insanları yok ederken, aşılar insanları yaşatmıştır.
Çin’ in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde 2019 sonunda ortaya çıkan Covid- 19 hastalığı tüm dünyaya hızla yayılarak şu ana kadar 160 milyona yakın insanı etkileyerek (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı tarih 07.05.2021’ de 156 milyondur) toplam 3 milyon 272 bine yakın insanın ölümüne neden olmuştur. Ülkemizde, devletin verdiği resmi rakamlara göre vaka sayısı 5 milyona yaklaşmıştır (tespit edilebilen resmi rakamlar bu satırların yazıldığı tarih 07.05.2021’ de 4.977.982 olarak ilan edilmiştir) . Salgın, ülkemizde Sağlık Bakanlığı’nın ilan ettiği resmi rakamlara göre 42.197 insanımızın ölümüne neden olmuştur 8. Rakamlara teslim edilen aslında insanların acılarla dolu yaşam haklarıdır, canlarıdır. Tüm dünya, Covid19 salgınıyla mücadele içindedir. Bu mücadeleye en büyük katkıyı en başta; cephenin en önünde yer alan doktorlar, sağlık çalışanları, laboratuvarlarda zamanla yarışan bilim insanları vermektedir. Gelişmiş ülkelerin kurumlarındaki laboratuvarlarda bilim insanları aşılar geliştirerek bu salgına çözüm aramaktadır.
Savaşlarla yazılan insanlık tarihinin acı tablosunu insanların yaşam/a hakkı lehine değiştirmeye çalışan bilim ve tıp, İngiliz Doktor Edward JENNER’ in 1796 yılında 8 yaşındaki bir çocuğa deri altına enjekte ettiği materyal ile ilk aşılamayı yaptığı andan beri bu salgınlarla mücadele etmektedir 3. Çiçek hastalığından sadece 20. yüzyılda 300 milyon kişi ölmüş, hastalığa yakalananların önemli bir kısmında ciltte kalıcı izler oluşmuştur. Dünya Sağlık Örgütü’ nün (DSÖ – İngilizce kısaltması WHO) 1966 yılında başlattığı aşı kampanyası sonucunda 1977 yılında dünyadan çiçek hastalığı silinmiştir. DSÖ’ nün bir diğer hedefi olan çocuk felci aşısının en ücra köylerde bile uygulanmasıyla dünyada Afganistan ve Pakistan haricindeki tüm ülkelerden bu hastalık büyük bir başarı ile silinmiş durumdadır. DSÖ verilerine göre 1963’ de kızamık her yıl 2 milyon 600 bin ölüme yol açarken, aşılama sayesinde 2000 – 2017 yılları arasında kızamıktan ölüm % 80 azalmıştır. Dünya genelinde 1980’ de her 10 çocuktan sadece 3’ ü aşılanırken bugün % 85’ i aşı ile korunabilmektedir ve her yıl ortalama 3 milyon çocuğun hayatı kurtulmaktadır. Küresel boyutta ilk büyük salgın olarak addedilen 1918 yılındaki grip salgınında 50 milyon insan yaşamını yitirmişken, 1957 yılındaki ikinci salgında ölüm oranının çok daha düşük olması geliştirilen aşılar, ilaçlar ve özellikle ikincil enfeksiyona (iltihap) karşı antibiyotikler ile mümkün olabilmiştir.
Aralık 2019’ daki ilk vakadan itibaren tüm dünyaya yayılan COVID- 19 pandemisini yenebilmek için çağımızın tüm teknolojik olanakları seferber edilmiş ve tarihte görülmemiş bir hızla geliştirilen aşılar birçok ülkede uygulanmaya başlanmıştır. Covid-19 aşı uygulamalarıyla ilgili verilerin derlendiği “ourworldindata“ internet sitesine göre, dünya genelinde 1,13 milyar dozdan fazla aşı yapılmış bulunmaktadır. Bu satırlar yazılırken, insanlık adeta aşı kuyruklarında yaşama tutunmak için aşılanmayı beklemektedir. Ülkelerin nüfuslarına göre en az bir doz aşı alan oranlara bakıldığında İsrail aşılamada en başarılı ülke olarak görünmektedir. İsrail, nüfusunun % 62,59’ unu en az bir doz aşılamayı başarmıştır. İsrail’in ardından ülkelerin nüfus oranlarına göre en az bir aşılama oranları sırasıyla İngiltere (% 51,46), Bahrain (% 45,38), USA ( % 44,69), Şili, (% 43,44), Macaristan (% 43), Uruguay (% 34,95), Almanya (% 31. 3), Sırbistan (% 30,7), Fransa (% 24,64), Türkiye (% 17, 06), Hindistan (% 9,5) 4. Ülkemizde 07.05.2021 tarihi itibarıyla 10.276.503 kişiye en az iki doz aşı uygulanabilmiştir 5. Ülke nüfusunun bugüne kadar sadece % 12’ sinin biraz üzerinde insan aşıya kavuşabilmiştir. Bilim insanları, sürü bağışıklığının olabilmesi için ülke nüfusunun en azından % 60 – % 70 oranında iki doz aşılanması gerektiğini söylemektedirler. Türkiye’de bile gelinen aşamada yaşanan sıkıntılar ve belirsizlikler aşılamanın herkese ne zaman ulaşacağı konusu, belirsizliğini korumaktadır. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkelerin durumu ise bu ülkelerin insanlarını bir felakete sürüklemektedir. Yoksullar, yoksul ülkeler aşıya ulaşamamaktadır. Üretilen aşıların % 80’ inden fazlasına gelişmiş ülkeler sahip olurken, yoksul ülkeler ise aşıların sadece % 0,3’ üne ulaşabilmiştir. Aradaki bu inanılmaz büyük uçurum insanlık tarihi için kara ve acı bir tablodur. Dünya genelinde, pandemiden en çok etkilenenler tüm ülkelerdeki azınlıklar, göçmenler, yoksullar olup; sağlık sistemine ulaşılmasındaki eşitsizlikler, maalesef kaybedilen hasta sayısında belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Aşılara erişimde yaşanan küresel adaletsizlik, dünyayı bir “bağışıklık uçurumuyla” karşı karşıya bırakmaya aday görünmektedir. Dünya Sağlık Örğütü Başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, 18 Ocak’ta yaptığı açıklamada, dünyada aşılara erişimdeki eşitsizliği vurgulayarak bir Afrika ülkesine yalnızca 25 doz aşı gönderildiğine dikkat çekmiş ve “açık konuşmam gerekiyor, dünya feci bir ahlaki başarısızlığın eşiğinde. Bu başarısızlığın bedeli de dünyanın en yoksul ülkelerinde insanların hayatıyla ödenecek ” ifadesini kullanmıştır. Aşılara ulaşmada, ülkeler arasındaki gelir seviyelerine bağlı bu korkunç dengesizlik, insanların en temel birincil hakkı olan “yaşam/a hakkı” nın karşısında aşıların fikri mülkiyet hakları kapsamında patentlerin sorgulanmasına neden olmuştur. Aşıya ulaşamayan yoksul ülkeler lehine olmak üzere salgın süresince aşıların patentleri konusunda Dünya Ticaret Örgütü’ nde (DTÖ) TRIPS (Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) korumasının askıya alınması tartışmaya açılmıştır. Aslında insanlık “ İnsanlar için yaşam/a hakkı mı üstün görülecektir yoksa mülkiyet hakları içerisinde kabul edilen patent hakları mı ?” sorusuyla karşı karşıyadır.

İnsan yaşamsal bir varlıktır. İnsanın varlığının somut tezahürü yaşamıdır. İnsan biyolojik ve toplumsal bir varlık olsa da, birey olarak kendine özgü kişiliği bulunmaktadır. Bu kişilik hem insani olarak (diğer bir deyişle madden varlığıyla) hem de hukuki (diğer bir deyişle diğer insanlar ve kurumlar karşısında varlığından meydana gelmiş haklarıyla) bir değer taşır. Bunun sonucudur ki yaşam/a hakkı (right to live) en temel insani haktır. Diğer tüm hakların, ortaya çıkabilmesinin, eskinin deyişiyle tecessüm etmesinin ve kullanılabilmesinin yegâne şartı öncelikle yaşam/a hakkının varlığına bağlıdır. Bu mutlak hak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) dokunulmaz bir hak olarak korunmakta diğer bir deyişle hakların özü, sert çekirdeği olarak tanımlanmaktadır.
İnsanların, toplum içinde birlikte yaşamaları ve birbirlerine karşı davranışlarının oluşturduğu güç dengeleri eşitsizlikler yaratmış ve ayrımcılık karşısında direnen insanların özgürlük mücadeleleri acı tecrübeler sonucunda tarihsel gelişimini sağlayabilmiştir. Bu süreçte tüm insanların özgür ve haklar bakımından ayırım yapılmaksızın eşit olduğunun kabul edilmesi; dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, hak ve özgürlüklerinin olduğu düşüncesi sanayi döneminin başlangıcı ile birlikte insan ilişkilerinin etkin güç karşısında aydınlanma dönemi filozofların çabalarıyla 17. yüzyıl başlarında ortaya çıkarak anayasalarda yer almıştır.
Yaşam/a hakkının açık biçimde tanınarak hukuk metinlerinde yer almasına bakacak olursak; 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Evrensel İnsan Hakları Bildirisi, 1966 tarihli BM Milletlerarası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (m.6), 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.2), 1969 tarihli Amerikalılararası İnsan Hakları Sözleşmesi (m.4), 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların hakları Şartı (m.4), 2000 tarihli Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı (m.2) metinlerini görebiliriz.
Ülkemizin en temel hukuk metni olan 1982 Anayasası’nda yaşama hakkı m. 17/ 1 de yer almaktadır. Anayasa 17/1’de “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” yer alan yaşama hakkı tüm bireylere eşit ve birincil bir hak olarak devlete, kurumlara karşı en başta korunması gereken birinci temel hak olarak Anayasa’da yerini almıştır.
Yaşam/a hakkının konusunu esasen, en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunma, yani insanın varlığını sürdürebilmesinin fiziksel ve ruhsal olarak tümden güvence altına alınabilmesini kapsar. Yaşam/a hakkına sahip olan birey, yaşamsal varlığını devam ettirebilmesinin birincil temeli olan bu hakkı ile en başta kendisine karşı, sonra üçüncü kişilere karşı, tek başına ve diğer insanlarla birlikte bir bütün olarak da topluma ve devlete karşı korunmak hakkına sahiptir. Yaşam/a hakkının korunmasında en büyük sorumluluk kamu otoritelerindedir. Kamu otoritelerinin başında da devletler gelir. Ülkelerde egemenlik otoritesinin güç temsili olan devletlerin esas varlık sebebi o ülke vatandaşlarının kişilik haklarının dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez olması ve eşit, özgür olarak yaşayabilmeleri için yaşam/a hakkının varlığının ortaya konulmasıdır. Devletin, varlığı ancak insanların varlığına bağlıdır. Osmanlı Devleti’ nin kuruluş ruhuna önemli fikirsel güç vermiş olan Şeyh EDEBALİ’ nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özlü sözü bu durumu çok güzel ortaya koymaktadır. İnsanı yaşatabilmek, devletin asıl, birincil vazifesidir. Devlet, esasen bunun için vardır. İnsanları yaşatamayan, insanların varlığını dikkate almayan bir devletin aslında kendi kuruluş özüne aykırı hareket ettiği için gittikçe varlık sebebini kaybederek tarih sahnesinden kaybolup gideceği aşikârdır. Tarih, bunun sayısız örnekleri ile bize ışık tutmaktadır
Yaşam/a hakkının, kamu otoritesi devlet karşısındaki klasik öldürülmeme güvencesinin dışında, içinden geçtiğimiz bu süreçte yaşama yönelik her türlü tehlike ve risklere karşı yine en başta devlet olmak üzere kamusal makamlar tarafından korunmanın somut uzantısı “sağlık hakkı” dır. Sağlık hakkı, diğer haklarda olduğu gibi kamu otoritelerine saygı duyma, koruma ve yerine getirme sorumluluğunu yüklemektedir. Sağlık hakkı, ilk defa 2. Dünya Savaşı sonrasında 1946 yılında yayınlanan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası’nda yer almıştır. DSÖ (World Health Organization ) 15 BM in toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan ve küresel sağlık politikalarının belirlenmesinde rol oynayan kuruluşudur. Temel amacı olanaklar ölçüsünde, mümkün olan en fazla sayıda insanı fiziksel, ruhsal ve sosyal anlamda sağlıklı kılmaktır.
1946 tarihli, DSÖ Anayasası’nda sağlık hakkı, başlangıç bölümünün ilk iki paragrafına göre;
“Sağlık bir bütün olarak fiziksel, ruhsal ve sosyal esenlik durumudur ve yalnızca hastalık ya da maluliyet yokluğu değildir.
Ulaşılabilir en yüksek sağlık standartlarından yararlanma, ırk, din, siyasi görüş, ekonomik ya da sosyal durum farkı gözetilmeksizin her insanın temel haklarından biridir.”
hükmü ile açıklanmıştır. Buradan anlaşılmaktadır ki, BM Şartı’ nın kabul edilmesinden hemen sonra, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nden önceki bir dönemde, sağlık hakkı bir “temel hak” olarak tanımlanmıştır 6. Bu belgenin, en önemli özelliği, uluslararası bir hukuk metninde sağlık hakkının ilk defa yer almasıdır.
Ulusal ve uluslararası hukuk metinlerinde özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yer almaya başlayan sağlık hakkı başta DSÖ olmak üzere tüm devletlerin sorumluluğu altındadır. DSÖ’ nün (İngilizce WHO), BM çatısı altında yer alan bir uluslararası kamu otoritesi olarak, kendi kuruluş sözleşmesi 19. maddeye göre sözleşme ya da anlaşma yapma yetkisi bulunmaktadır. Üstelik, DSÖ’ nün normatif yetkisi sadece bununla sınırlı olmayıp hukuki bağlayıcılığı olan düzenleyici işlemler (regulations) yapma yetkisi 21. maddede belirtilmiştir. BM çatısı içinde yer alan DSÖ’ nün, bu hakkını kullanması tüm dünyanın ve insanlığın yoğun biçimde etkilendiği COVID- 19 sürecinde değerlendirilmesi gereken bir avantajdır. DSÖ, kuruluş sözleşmesinden gelen bu önemli yetkileri, kendisinden çok daha sonra 1995 yılında İsviçre, Cenevre’de kurulan, 164 ülkenin üye olduğu Dünya Ticaret Örgütü’ nü ( DTÖ) (World Trade Organization WTO) de harekete geçirerek tüm dünyada “sağlık hakkı” açısından ivedi etkin ve çözüm getiren kararlara imza atacak bir dönemin içindedir. İnsanlığın, tarih sahnesinde geldiği aşama bunu esasen zorunlu kılacak süreci dayatmaktadır. DSÖ, Çin’de ortaya çıkan COVID- 19 salgınını 30.01.2020 tarihinde “Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu” ilan etmiş ve 11 Ocak 2020 tarihinde “küresel pandemi” tanımı kullanılmıştır. Sağlık hakkı, insanların yaşam/a hakkı ve diğer temel hakları ile birlikte ele alındığında; kamu otoritelerinin, kurumların, devletlerin yükümlülüklerinin somutlaşması açısından COVID- 19 pandemi döneminde etkin biçimde anlam kazanmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Yaşam/a hakkının kendi içinde başka bir temel hak olarak tüm bireylere tanınan “sağlık hakkı” nın COVID- 19 döneminde etkinleştirilmesi insanlık tarihi açısından acil bir somut durumdur. Küreselleşmenin kendisini en acımasız bir şekilde hissettirdiği iki büyük alan karşı karşıyadır: Sağlık ve Ticaret. Sağlık haklarının etkinleştirilmesinde en büyük engel olan küreselleşme ve özellikle küresel ilaç endüstrisinin TRIPS (Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rigths / Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması) kapsamındaki patent hakları ve sağlık hakkının olmazsa olmazı olan ilaçlara erişim hakkıyla ilgili hukuki sorunlar konumuz açısından özellikle önem arz etmektedir. Sağlık hakkının, etkin biçimde bireyler tarafından kullanılmasının önündeki diğer en büyük engel olan ve yine küreselleşme olgusunun dayattığı özelleştirmenin sağlık hakkı ve hizmetleri üzerindeki etkisine bu yazının konusu olmadığı için değinilmeyecektir. Bu konu, esasen konunun muhatapları tarafından ülkemizde de son 15 yıldır yoğun biçimde tartışılmaktadır. Sağlıkta özelleştirme uygulamaları başlı başına, sağlık hakkının kullanılmasında acımasız bir engel teşkil etmekte, hukuk devleti anlayışıyla hiçbir şekilde bağdaşmamakta ve insanların temel haklarını ortadan kaldırmaya yönelik bu uygulamalara tümden son verilmesi gerekmektedir. Devletin, asli vazifesine dönerek insanları yaşatabilmesi, sağlık hakkını, kamusal anlayış, sosyal devlet ve temel insan haklarını koruması ve her bireyin ulaşabileceği sağlık hizmetinin sürekliliğini sağlaması gerekmektedir.
Sağlık hakkı ile fikri mülkiyet haklarının (FMH) karşı karşıya geldiği ve konunun karşılıklı tarafları açısından tartışmalara neden olan FMH’ nın sağlık hakkının etkinleştirilmesinin önünde bir engel olarak ortaya çıktığı bir olgu da ilaç patentleridir. DSÖ (İngilizcesi WHO) tarafından her yıl yayınlanan listede temel ilaçlar (essential medicines) insanlar açısından yaşam/a hakkı açısından adeta bir eşik oluşturmaktadır. Bu temel ilaçlara ulaşabilme hakkı, kamu otoriteleri olan devletlerin yükümlülüğü altın olmasına rağmen ilaç patentleri bu hak karşısında bir engelleyici olarak karşımızda durmaktadır. COVID- 19 pandemisi sürecinde DSÖ’ nün küresel pandemi ilanı sonrasında aşıların henüz “faz 3” aşaması tamamlanmadan acil kullanım onayı almasıyla gündemde bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmanın kaynağı, Hindistan ve Güney Afrika’ nın, 2 Ekim 2020 tarihinde DTÖ, TRIPS Konseyi’ ne sundukları bir bildirim kapsamında COVID- 19 pandemisinin önlenmesi, sınırlandırılması ve tedavi edilmesi için TRIPS Sözleşmesi’ nin belirli hükümlerinin askıya alınarak, geçici muafiyet tanınması için görüşme açılarak karar alınması talep etmeleridir. Bu talebi daha sonra Bolivya, Estwatini, Kenya, Moğolistan, Mozambik, Mısır, Pakistan, Venezüella, Zimbabwe desteklemiştir. Bildirim metni, Dünya Ticaret Örgütü’ nü ( DTÖ/ WTO) doğrudan ilgilendirmektedir 7. Dünya Ticaret Örgütü’ nün gündeminde olan bildirim, bugün itibarıyla 100’ den fazla ülkenin içinde yer aldığı; yoksul ülkeler başta olmak üzere, az gelişmiş ülkeler ve hatta gelişmiş ülkeler tarafından da desteklenmektedir.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kurucu anlaşmasına ek olarak kabul edilen TRIPS Konseyi’ nin 10-11 Mayıs olağan toplantısının gündemi olacak olan bu konu, konunun tarafları açısından ilk defa tartışma konusu yapılacaktır. İlgili talep bildirgesinde özetle salgına yönelik olmak üzere aşı ve ilaçların üretimine, dağıtımına, uygulanmasına yönelik bileşenlerinin araştırılması, geliştirilmesi, uygulanmasına yönelik her türlü ürün açısından TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınmasına yöneliktir. Bildirinin içinde yer alan talepler sadece patent hakları için değil aynı zamanda belirtilen bileşen, ekipman, ürün ve mallara yönelik tasarım, telif hakkı ve kamuya sunulmamış bilgiler açısından da korunmanın askıya alınması talebini de içermektedir.
TRIPS Komisyonu gündemine alına talep bildirgesinde özetle; fikri ve sınai hakların korunması ile insan ölümleri arasında bir tercih durumunun ortaya çıktığı, bu tercihin insan ölümlerinin önlenmesine yönelik kullanılması gerektiği, bu önerinin kabul edilmesi durumunda ülkeler arasındaki büyük gelir dağılımından kaynaklanan aşıya ulaşımın önündeki engellerin kalkarak, aşıya herkesin ulaşabileceği, aşıya ulaşılmasının söz konusu olması durumunda ölümlerin önüne geçileceği belirtilmiştir.
Bu bildirgeye karşı çıkarak TRIPS korumasının askıya alınmaması gerektiği görüşünü savunan grupların itiraz noktaları şu maddelerle özetlenebilir:
- TRIPS korumasının kaldırılması durumunda, ileride benzer sınırlamalar ve muafiyetlerin önünün açılmasıyla fikri mülkiyet haklarına olan koruma zayıflayacaktır.
- İlaç ve aşı patentlerinin geliştirilmesinin yüksek AR-GE maliyetleri ile mümkün olabilmesi nedeniyle ileride yapılacak yatırımlara olan güvenin kırılmaması, yatırımların azalmaması için koruma kaldırılmamalıdır.
- Aşı üretimi için oldukça kapsamlı alt yapı ve teknik donanım gerekmektedir, özellikle yeni teknolojilerle geliştirilen (mRNA tabanlı aşılar gibi) aşılar başta olmak üzere, aşının üretilmesi konusunda bu teknik bilgi, donanım, yetişmiş insan gücüne sahip olmayan ülkelerde kısa ve orta vadede aşı üretiminin artırılması mümkün olamayacaktır.
- COVID-19 ile mücadele için gerekli bileşen, aşı, ilaç, cihaz ve ekipmanlara sağlanan TRIPS korumasının kaldırılması yerine TRIPS’ in 31. Maddesinde yer alan zorunlu lisans hükümlerine başvurularak çözüm bulunması önerilebilir.

İlaç, aşı patent sahiplerinin, TRIPS uygulamalarının geçici olarak askıya alınması durumunda, bunun ileride de örnek teşkil edeceği iddiası, insanlık tarihi açısından çok rahatsız edici bir iddiadır. Kapital gücün, bu kadar ağır ölümlerin yaşandığı bir dönemde örnek teşkil etmemesi için nasıl bir beklenti içinde olduğunu anlamak mümkün değildir. Örnek teşkil etmemesi için, dünyaya gök taşının mı düşmesi gerekir 8 ? Bu düşünce içinde olanlara söyleyebileceğimiz tek gerçek; içinde yaşanılan bu acı süreçte, esasen insanların yaşam/a hakkının tüm hakların üstünde olduğunun tam da şimdi herkes tarafından kabul edilmesinin gerektiğidir. Dünya, insanlık ancak bu kabulle iyileşmeye başlayacaktır.
Bakalım, bu tartışmadan insanlık galip çıkacak mıdır? İnsanlık, bu sınavı kendisine yakışır biçimde verebilecek midir?
Avukat İbrahim EKDİAL*
*İstanbul Barosu (1878)
DİPNOTLAR
1 http://news.bbc.co.uk/2/hi/health/1576875.stm
2 Decameron’u, Türkçe’ ye eksiksiz olarak tercüme eden Rekin TEKSOY’ un, Oğlak yayınlarından çıkan kitabı ilk defa 1996 yılında basılmıştır. Bu kitabın önsözü aslında edebiyatın, sanatın insanlığı nasıl etkilediğinin de güzel bir müjdesi gibidir. İtalyan yönetmen Pier Paola Pasolini, Boccaccio’nun Decameron’ unu 1971 yılında “İl Decameron” (Dekameron’un Aşk Öyküleri) adıyla sinemaya uyarlamıştır.
3 İngiltere’nin Osmanlı büyükelçisinin eşi Lady Mary Wortley Montagu 1717 yılında Osmanlı topraklarındayken buradaki halkın çiçek hastalığından ölen kişilerin vücudundan alınan sıvıları sağlıklı kişilerin deri altına enjekte ettiğini görmüş ve ülkesine döndüğünde bu bilgiyi doktorlarla paylaşmıştır.(https://tr.wikipedia.org/wiki/Mary_Wortley_Montagu) / Şark Mektupları, Mary Wortley Montagu, tercümesi Ahmet Refik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1998
4 https://ourworldindata.org/covid-vaccinations
5 https://covid19asi.saglik.gov.tr/
6 İzzet Mert ERTAN. Ulusal üstü İnsan Hakları Hukukunda Sağlık Hakkı ve Etkinleştirilmesi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2012, s.11
7 İlgili metne WTÖ web sitesinden ulaşabilirsiniz.
https://docs.wto.org/dol2fe/Pages/SS/directdoc.aspx?filename=q:/IP/C/W669.pdf&Open=True
8 Göktaşının düşmesiyle ilgili beni en çok etkileyen, Danimarkalı Yönetmen Lars von Tier tarafından yazılıp, yönetilen “Melankoli” adlı, 2011 yılı Danimarka yapımı bilim kurgu, dram ve sanat filmidir. İzlenmesini öneriyorum.
NOT : İşbu yazı, “Hukuk Ötesi” blog sayfasında yayınlanmak üzere Avukat Murat KARA’ ya gönderilmiştir. . Tüm hakları saklıdır. 09 Mayıs 2021 ©
Dünya Ticaret Örgütü’nün Covid- 19 Sürecinde
İnsanlığın En Temel Hakkı Olan “Yaşam/a Hakkı” Karşısındaki Sınavı
Yanıt Yazınız