İlgilenenler, hatta yakın ilgisi olmayanlar da bilir ki yıllardır ülkemizde bir “Hayvanları Koruma Kanunu” tartışması sürer gider. Hayvanlara yapılan kötülükler kimi insanların vicdanını rahatsız edip bunun bir müeyyidesi olması gerektiğini söyletirken, bir kesimin de inanılması zor bir şekilde “ama hayvan insandan önce gelemez” diye masum canlıların mağduriyetini görmezden gelir. Hatta bununla kalmaz, hayvanları koruyan bir kanunu gereksiz bulur. İnsana karşı bir savaş gibi algılar bunu nedense.
Hayvan hakları için uzun zamandır aktif mücadelenin içinde yer alan biri olarak diyebilirim ki; hayvanlara yapılan akıl almaz kötülükler aslında toplumsal bir cinnetin göstergesidir. Hayvanlardan kastımız elbette güncel kültürümüzde evlerimizde sokaklarımızda bizimle nispeten daha yakın bir yaşam süren, kedi, köpek, kuş, at ve yabani hayatın unsuru olmasına rağmen kirpi, tavşan vb. türlerdir.
Bizler gerek Ankara Meclis çalışmalarında, gerekse eğitim kurumları ve sosyal alanlarda hayvanların haklarının ne kadar hoyratça ihlal edildiğini hem anlatmak, hem nasıl durdurabileceğimiz konusunda fikirler üretmek zorundayız.
Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki; hayvan haklarını korumayı görev bilip bu mücadeleye girdiğimden bu yana insan türünün en karanlık, en vahşi, en kötücül yanını tanıdım. Ne ağır ceza davalarında, ne inanılmaz oyunların döndüğü ticari alavera dalaveralarda bu kadar ağır kötülük gördüm.
Düşündüğümde hayvanlara ve çocuklara kötülük yapanların bu toplum içinde ölümcül bir hastalık mikrobu gibi tehlikeli olduğunu fark ediyorum. Biraz düşününce herkes de fark eder aslında. Çünkü gerçekten hayvan ve çocuk, kendisini koruyamayan, basit ve saf yaşam formlarıdır. Yetişkin insan dünyasının komplike hesapları bu ikisinde yoktur. Kısacası onlar “masumiyet” tir.
Onları yakan, zehirleyen, tecavüz eden, işkence eden, araç arkasında sürükleyen her kimse “masumiyeti” öldürüyor demektir. Bu kadar net.
Peki bizim temiz ve adaletli bir toplumda yaşama hakkımız ne oluyor bu durumda? Elbette büyük yara alıyor. Çünkü sürekli kötülüğün kol gezdiği, göz göre göre bu kötülüğün “cezalandırılmıyor oluşu” kamu vicdanını yaralıyor.
Ceza almayan, hatta yeterince toplum baskısı bile görmeyen bir takım cani ruhlu insanların vurduğu, yaraladığı, sakat ve hasta ettiği hayvanlara sahip çıkmaya çalışan insanların ise “tahliye davaları, çevre kirlettin davaları, burada yemek verdin, su verdin, evine hayvan aldın gibi bahanelerle açılan düşmanlık davaları “ ile başı sürekli derde giriyor. Bu tablo asla bir adaletli toplum tablosu değil.
Onun için diyoruz ya, “hayvan haklarını savunmak bizim insan haklarımızdandır”. Çünkü adaletli, huzurlu bir toplumda yaşama hakkımız var ve oylarımızla bu işe vekil ettiğimiz insanların da bunu sağlamak yükümlülüğü var. Bizde tam tersi oluyor neredeyse. Oy vererek işe vekil edilenlere ulaşabilmek mucizeye dönüşüyor. Göreve talip olmuşlara neredeyse “yalvaracak” pozisyonlarda sorumluluklarını hatırlatmak zorunda kalıyoruz.
Bu sisteme ne ad verilir bilemiyorum ama asla sosyal ve adil bir sistem olmadığı kesin.
Şu aşamada biz başta sokaklardaki evsiz, korunmasız hayvanlar olmak üzere, uçan, sürünen, yüzen, yürüyen tüm hayvanların insan türü tarafından zalimce yok edilmesine, hayatta olanların işkenceyle acıyla yaşatılmasına karşı mücadele ediyoruz. Silahımız yok, milyonlarca kişiyiz ama her birimiz çok sayıda hayvanın da sorumluluğunu almış olduğumuz için hareket alanımız sınırsız değil. Bu kötülüğün durdurulması hükümetlerin görevidir. Bunu hatırlatmak da sorumlu, bilinçli, hakka saygılı toplumun görevidir.
Açılan davaları hakkıyla sonuçlandırmak, işkenceci, tecavüzcü toplum zararlısı insanları tecrit ve ceza kapsamına sokmak, en önemlisi de gerçekten hayvanları koruyan bir kanun yapmak zorundadır görevli hükümet.
Bunun için aylardır süren Ankara Meclis görüşmelerinde arpa boyu kadar yollar alabildik ancak. Yunus parklarında yunus balıkları ölene kadar esir edilmesin; faytonlarda atlara zulmedilmesin, sokaklarda kedi köpekler zehirlenmesin, onlara tecavüz edenler cezalandırılsın dedik bıkmadan yorulmadan. Hatta kırmızı çizgilere dokunduk son aşamalarda. Deney masalarında zulmederek acılar içinde hayvanlar öldürülmesin, mezbahalardaki kıyıma son verilsin, av denilen ruh hastalarının keyfi öldürme eğlencesi yasaklansın, sirklerde ve hayvanat bahçelerinde hayvanlar sömürülmesin dedik.
Aklı başında ve ortalama adalet duygusuna sahip herkes bunların hepsine “evet” diyecektir.
Oysa sadece bu kadar basit ve yaşamsal taleplerimiz bile resmen “her kelimesi tartışılarak” burnumuzdan getirile getirile hala mücadele veriyoruz.
Hayvanların haklarını korumak üzere kurulmuş Meclis oluşumlarında hayvan katili sadist “avcılar” neden yer alır mesela? Bu, bizimle, hayvan haklarıyla, yaşam ve adalet arayışı ile dalga geçmektir.
Evet, kimse böyle bir mücadelenin kolay olacağını vaat etmedi; ama bu kadar ağır vakalara tepkisiz kalan toplumu da biz hesaba katmamışız demek ki. Asla kımıldamıyor toplum. Uyuşmuş, alışmış ve her türlü vahşet normalmiş gibi davranıyor. Üzücü olan da bu.
Ama biz canlı, hayvan yaşama hakkı için mücadeleyi seçenler de her gün ilk gün gibi başlayıp, her an en baştan anlatmak gerekse de vazgeçmeyeceğiz.
Ölümüne sömürülen son at, son inek, son kuzu, son fare, kedi, köpek, balık… tüm hayvanlar için.
Çünkü bu “masumiyet ve adalet” mücadelesidir. Bunların olmadığı bir toplumda yaşamayı zul görenler elbette bir arada olacaktır.
Bu kocaman kötü tablo göz korkutmasın, bir minik hareketle bile dahil olup güç verebilir herkes bu mücadeleye. Evinin önüne temiz bir kap su, onlar için biraz yemek, kuşlara ekmek kırıntıları vermek gibi; faytonlara binmemek, çocuklarını sirke hayvanat bahçesine, hayvan hapsedilen tuhaf yemek mekanlarına götürmemek gibi. Bu minik tercihler büyük mücadelenin en önemli adımlarıdır.
Hepimiz için daha adil ve hakkaniyetli bir dünya dileyelim, ama bunun için biraz da hareket edelim diyorum. Masumiyetin barbarca , yok edildiği adaletsiz bir toplumda yaşama mahkum değiliz.
Av.Hülya Yalçın
Hayvanlara Adalet Derneği HAD Başkanı
Yanıt Yazınız