Av. Görkem Karaduman Tan Yazdı; Arka Mahallenin Çocukları

Okullarda hala çocuklara ‘’Belirli Günler ve Haftalar’’ başlığı altında etkinlik planları sunuluyor mu hiç bilmiyorum. Ama sunuluyorsa da baştan belirtmek gerekir ki ülkemizde özellikle bazı günlerin ve haftaların anılması dahi üzücü derecede komik oluyor. Misal, Dünya Çocuk Hakları Günü’nü kutlamak(!) artık belli bir sosyo ekonomik sınıfın hakkı ve dahi harcıdır. Çocukların haklarını öğrenmeleri, beyannameden haberdar olmaları elbette güzel fakat eğer işin içine ‘kutlama’ kelimesi sokacaksak, bu iş külliyen sınıfsaldır. Sağlıklı ve dengeli beslenmesi, kişiliğinin tam olarak gelişebilmesi için sevgi ve anlayış havası içindeki bir aile ortamında yetişmesi gerekliliğini kabul eden Birleşmiş Milletlerin, tam olarak hangi milletlerle yola çıktıklarını; bu yolun hiçbir dönemeçte bu temel koşullarla kesişmediği gerçeği hepimizin malumudur. Sözü dolandırmadan, 1995’te dahil olduğumuz; yani 26 yıldır müdahili bulunduğumuz Çocuk Haklarına Dair Sözleşmeyi, Türkiye’nin içinden geçtiği tüm buhran dönemlerini tek tek anlatarak irdelemek kifayetsiz iş olur doğrusu.

Bir çocuğun hiçbir zaman diğer çocuklarla eşit koşullarda dünyaya gelmediği; maça kiminin bir, kiminin on sıfır geriden başladığı doğa yasaları kadar gerçektir. Asıl bilinmesi gereken ise devletin mesuliyetidir. Halihazırda çok çocuklu ailede dünyaya gelmiş çıplak ayaklı çocuklar, alınan tek bir ayakkabının yeni halini sadece ilk çocuğun giyebildiği evlerde büyüyen çocuklar, okul aidatı dahi ödeyemeyen ailesinin öğretmeni tarafından sınıf ortasında ifşa edildiği; daha maçın başında moral motivasyon namına hiç şansı olmayan çocuklar, babası tarafından, annesi tarafından bilinmezliğe terk edilen; türlü tehlikeli yollara itilen karanlıkta bırakılan çocuklar… yazdıkça biliyorum sonu gelmeyecek. Çocuklarını ısıtamadığı için ellerine bir saç kurutma makinesi vererek yan odada intihar eden Adana’lı Emine’nin çocukları, tek göz odada ısınmayı başaran ama bozuk şofben yüzünden yaşamayı başaramayan çocuklar, yüzleri sarı, kalpleri erkenden yorgun çocuklar. Yazdıkça biliyorum, sonu gelmeyecek. Maddi durumu kötü ve cahil bir ailenin yatılı kuran kursuna yolladığı, orada tecavüze, istismara uğratılan, intihar süsü (!) verilerek zayıf bedeni bu dünyaya sığdırılamayan çocuklar, kendinden 30 yaş büyük bir erkekle evlendirilip cinsel ilişkiye zorlanarak aynı anda hem bedeni hem kalbi paramparça edilen çocuklar, aile, aşiret, mahalle, köy kavgasına kurban edilen; bedeni kısa süreliğine ruhu ebedi gaip çocuklar, kendi öz annesi, öz babası tarafından satılan, istismar edilen, bedeni ve ruhu dağlanan çocuklar.. Ne diyeceğimi biliyorsun ve evet biliyorsun, sonu gelmeyecek. 

Sözleşmenin 19. Maddesi mesela, renkli camdan bir misket gibi ışıl ışıl duruyor orada. Diyor ki,  çocuğun uğradığı, maruz bırakıldığı bedensel, zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale karşı korunması için yasal, idari, toplumsal, eğitsel önlemleri devlet almalıdır. Şimdi bu maddenin içinden devleti tutup çıkaralım, koyalım önümüzdeki masaya. En basiti son iki yılı ele geçiren pandemide iyice kabak gibi ortaya çıktı ki, bu ülkede çocuk olmak da sınıfsal. Eğer çocuğun içinde olduğu aile, beyaz yakalı, hükümet leyhtarı ve buna paralel cebi dolduran; altın varaklı evlerde yaşayan, ezelden beri menkul, gayrimenkul varsıllık içinde veya en azından sabit ve makul gelir düzeyinden filan değilse zaten, çocuğun konuşmayı öğrendikten sonra öğrenmekte aceleci davrandığı hemen ikinci şey okkalı küfürler edebilmek olacak, yolu yok. Öyle ya, kendine ait odasında bilgisayarının başında online eğitime katılan, eğitim materyalleri ile donatılan, karnı tok ve sırtı ziyadesiyle pek bir çocukla, yer yatağında dört kardeş balık istifi kıvrılıp uyumaya çalışan, değil bir oda, bir bilgisayar, adam akıllı çalışan ve internet bağlantısı olan bir telefona dahi erişemeyen çocuğun içinden geçtiği ‘iki yıl’ bir olur mu. İlkinin annesi sohbet arasında ‘vallahi ekrana bakmaktan migren oldu çocuk bitsin bu pandemi’ diye yakınırken, diğerinin annesi evde biten ayçiçek yağının yerini neyle ikame edecek derin ve kara bir sessizliğe çekildi ihtimal. 

Çocuk Hakları Sözleşmesi der ki, her insan 18 yaşına kadar çocuktur. Çocukluk için uzun, ömrümüze bakınca kısacık gelen bir zaman. Oysa bu ülkede kağıt üzerinde bilinen 720 bin çocuk işçi var. Adı çocuk olur işçinin olsa olsa. Omuzlarında çoktan ağır, geçmeyen ağrılar birikmiş çocuk olmaz yoksa. Ulusal kanallarda reyting peşinde gerçek hayat hikayeleri üzerinden polisiyecilik oynayan sunucu ablalar, öz amcasının tecavüz ettiği minik kız çocukları, komşunun tecavüz ettiği intihar eden oğlan çocukları, yaşadığı yerden kilometrelerce uzakta cesedi bulunan henüz üç yaşındaki bebecikler gibi yüksek reyting garantili hikayeleri anlatır, sanki reklam arasına hiç girilmeyecekmiş gibi.  Bu hikayeler vurucudur kabul. Ama inanın tabanından su alan botlar, gidilemeyen okullar, aç yatılan geceler, etnik kökeni yüzünden ayrımcılığa uğranan zamanlar da zordur. Çocuk olmak başlı başına zordur. Onlara haklarını öğretmek, kutlamak filan da,  iyi bildiniz; sınıfsaldır.  Gözleri önünde annesi dövülen, öldürülen, sadece onu tek başına büyütmek zorunda ve fakir bir kadın olduğu için  bu topraklarda daim kedere mahkum edilen annesinin gözleriyle büyüyen çocukların da var olduğunu yüksek sesle söyleyip durdukça, tüm o taraf olunan fiyakalı sözleşmeler sayfalar dolusu anlamsız çekirdek külahlarına dönüşüyor. 

Bundan sebep,  her koşulda, her bedele inat, önce  korumayı başarabilsek çocukları. Sonra verebilsek ellerine dünyayı; kocaman bir elma gibi, sıcacık bir ekmek somunu gibi. Bu kez sadece  bir günlüğüne değil, hiç aç yatmamacasına doysalar; sevgiye, adalete. Ve öğretsek, iyice anlatsak;  sağlıklı, mutlu ve özgürce  yaşamanın bir hak değil sadece; bu kurtlar sofrasında, bu karanlık ve zalim çağda, uğruna savaşılması gereken tam da bu yerde, bir umut da olduğunu anlatarak, ellerini hiç bırakmadan.