12 Eylül Askeri Faşizmi yalnızca solcuların, sol düşüncenin ürünü olan değerlerin üstünden geçmedi, toplumu ani, köklü bir değişime, dönüşüme uğratan sürecin de hareket noktası oldu. Sol değerlere sahip insanların tutuklanması, işkencelerde, idam sehpalarında can vermesi faşizme ve onun destekçisi vahşi kapitalizme derin bir nefes aldırdı.
Grevler, toplantı ve gösteriler, sistemin ve beslemelerinin hoşuna gitmeyen düşüncelerin dışa vurulması, sendikaların kapatılması veya işlevsizleştirilmesi, yine sistemin hoşuna gitmeyen sanatsal faaliyetlerin yasaklanması, milliyetçiliğin tavan yapması, üniversiteler başta olmak üzere toplumun her kesiminin tek tipleştirilme çabaları, dinselliğin ve dini kurumların bilimsellikten ve çağdaş değerlerden üstün tutulması, çağdaş eğitime ayrılan pay git gide küçülürken, buralara milletin kasasından dudak uçuklatan paralar aktarılması, demokratik yönetimlerin bel kemiği olan parlamenter sistemin lağvedilmesi… Hep bunun neticesidir.
Her darbe kendi yoz kültürünü de dayatır. Önce yadırgasak, karşı durmak istesek de, kazandaki kurbağa gibi, yavaş yavaş ele geçiriverir; sonra sindirme, içselleştirme süreci başlar. Devamında, bu hâkim kültür içinde, yeni alt kültürler hızla türemeye başlar.”Bir yerde ayrı gayrı varsa orada anarşi uç verir.” “Geçmiş geçmişte kaldı, artık önümüze bakma zamanı.” “Dünya değişiyor, ayak uyduramayanlar ya sömürge olur, ya da tarihten silinip giderler” gibi söylemlerle, faşizmi meşrulaştırırken hâkim kültürü kutsallaştırıp, ona tapınmaya zorlarlar insanları. Dışında kalmamak için çemberin, birine dâhil oluverir çoğunluk. Direnenler hapislikle, açlıkla, sevdiklerini kaybetme korkusuyla terbiye edilirler.
Köşe dönmecilik, çıkar için adam satma, kısa yoldan zengin olma hayalleri, gayrı meşru kazanç kapıları, ahlâkî zaafiyet, kazanma hırsını beşeri ilişkilerin önüne geçirme vb. daha yüzlercesini sayabileceğim insanlık hâlleri toplumun yükselen değerleri haline geliverir birden. En yakınından kuşku duyar, kimseye güvenmemeyi, bir zamanlar seninle tek dal sigarasını paylaşan dostlarına sırtını dönmeyi marifet sanırsın. Yozlaşma yavaş yavaş toplumun her katmanını sarar.
Faşizm sadece yukarıda saydığım konularda kendine alan açmakla yetinmedi elbette; gözü doymaz kapitalizmin çok, daha çok kazanmaya ihtiyacı vardı; bunun için her şeyi zaten göze almıştı. Yıllarca geniş kitlelere din, mezhep savaşları diye yutturulan söylemlerin arkasında işte tam da bu doymazlığın yol açtığı ekonomik harp yatıyor. Bu düzenin savaşma yöntemlerini burada saymak mümkün değil elbette; zaten benim bildiklerim buna yetmez. Ama bildiğim, aslında çoğumuzun bildiği, bu egemenler tek tek yok etme yöntemlerinin yanı sıra, toplu katliamlar yapmaktan da geri durmuyorlar. işte, Dünya’nın yarısı birbiriyle savaş halinde; öbür yarısı ise sıranın bir gün kendisine geleceğini bildiğinden ha bire silahlanma yarışı içinde.
Kapitalizm hep kazanmak ister, dedik; bunun için önüne çıkan her engeli ezip geçer, bu işin bir yanı. Fakat asıl olan ve nefes alan her canlıyı yakînen ilgilendiren mekanizma ise tüketim üzerine kuruludur. Bütün insani ve hayvani (Yanlış anlaşılma olmasın, kedi, köpek mamasından söz ediyorum) ihtiyaçlarımızı kendimiz imal edemeyeceğimize göre bir yerlerden temin etmeye mecburuz. Çocukluğu köyde geçmiş biri olarak övünçle söyleyebilirim; benim ninem, çay değirmeninde öğüttüğü tahıldan elde ettiği kara un ile yoğurduğu ekmeğini taş fırında, pekmezini kendi meyvelerinden yine geleneksel yöntemle sıkıp yapardı. Süt ürünlerini zaten saymamama gerek yok. Kasabamızda haftada bir kurulan pazarda yumurta, meyve ve süt ürünlerini satar, elde ettiği parayla kendimizin üretemediği yemeklik yağ ve lambalar için gaz yağı satın alırdı. Benim zamanımda bir köy evinin ekonomisi böyle dönüyordu. Şimdi hâlâ böyle köy, böyle köy evi kaldıysa haber verin, gidip kapısına yüzler süreyim, gözyaşlarımla.
Tüketim dedim ya, artık neyi niçin tükettiğimizi bilemez hâle geldik. Ekonomistler buna “Bilinçli tüketici” diyorlar. Şimdi söze temel tüketim maddeleri diyerek devam edeceğim ama bu kavram da, artık sayıları her gün artan pek çok tanım gibi, o kadar görece ve kişiye göre ki, vazgeçtim. İhtiyaca göre desem, yine aynı muamma…Kimin ihtiyacı? İşin esprisi bir yana, yaşamak için zorunlu kabul edilen şeylerden söz ediyorum tabii. İşte sistem araçları tam da burada devreye giriyor; neye, ne kadar ihtiyacımız olduğuna bizim yerimize başkaları karar veriyor; hatta o başkaları, aklımıza hayalimize gelmeyecek şeylerin bile ihtiyaç olduğuna bizi inandırma üzerine programlanmıştır. Hadi itiraf edelim, hangimizin gardrobunda (annem hâlâ gar dolabı demekte ısrar ediyor) hiç giymediğimiz gömlek, pantolon, ceket, ayakkabı vb. yok?
“İhtiyaçların sonu yoktur,” der sistem bize. Hep bir sonrasını hedef olarak koyar önümüze. Daha pahalı lokantalarda ye, otelin en pahalısında gecele, pahalı mağazalardan giyin, ünlülerin gittiği mekânlara takıl; pahalı kadınlarla seviş… Bir yerlerde çocuklar yatağa aç girerlermiş, sana ne. Doğururken sana sordular mı? Yardımlaşma, muhtaç olanla lokmanı paylaşma… Bir avukat arkadaşım anlatmıştı: Bir arkadaşının lisede okuyan kızını akşam almaya gitmişler. Kantinde bir masanın etrafında toplanmış bir grup öğrenci yiyip içiyor, neşe içinde sohbet ediyorlar. Yalnız, bir tanesi ne yiyor ne de içiyor. Bu durumu garipseyen adam kızına dönüp “Ya dikkatimi çekti, hepiniz bir şeyler yiyorsunuz da şu arkadaş bir şey yemiyor?” der. Kızının verdiği cevap: “Onun parası yok.” Buna ne yorum yapılır, bilmiyorum.
Benim çocukluğum, o zamanlar Emeğin Başkenti diye tabir edilen şehirde geçti. Mahalledeki otomobil sayısı bir elin parmakları kadardı; hangi evde kimin arabası var bilirdik. Ülkede televizyon yayınları başlar başlamaz ilk televizyon alanlar da onlardı tabii. Yalnız, zengin olmayıp orta sınıfa dâhil olan tek tük ailelerde de vardı ki, biz onlara daha yakın hissederdik kendimizi.
Oyundan çıkıp gelmişiz; üstümüz başımız saçlarımıza kadar toz, kir içindeyken kapılarını çalardık; onlar ne için geldiğimizi bilirlerdi ve hiçbir şey sormadan bizi evlerine alırlar, oturmaya kıyamadığımız için kıyıcığına iliştiğimiz koltuklara oturturlar; kendileri o an ne yiyorlarsa mutlaka ikram ederlerdi. Bir de sabahın dördünde Muhammed Ali’nin maçlarını verirdi televizyon; anneme akşamdan sıkı sıkı tembih ederdim, beni uyandırsın diye. Pencereden bakardım hangi evin ışığı yanıyorsa kapısını çalardım doğallıkla, sorgusuz sualsiz içeri alınırdım tabii. O iyi insanlar şimdi neredeler, kim bilir.
Şimdi geldik benim bu yazıyı asıl yazma sebebime. Hepiniz mutlaka rastlamışsınızdır. Adamın biri (Kadınlarda görmedim, henüz) arabasını sokağa park eder. Sonra arabanın kapısı açılır, inilir. Önce bir süre beklenir. Sonra arabanın arkasına geçilir, sağından solundan bakılır. Sonra eğilip altına bakılır (Ne bulmayı umuyorsa). Sonra uzaktan kumanda yardımıyla kapı kapatılır. Tam bitti derken, tekrar dönülüp birkaç saniye daha bakılır. Nihayet! Yürünüp gidilir; araba arkada kalmıştır artık; derken ve parmak apartman zil panosunun üzerindeyken tekrar dönülür ve son bir defa-işte o duyguların patladığı bir andır-bakılır. Yukarıdan bir ses “Yeter ey fani, gir atık içeri” demiştir, girilir ve kapı arkasından hüzünlü bir “tlink” sesiyle kapanır.
Şimdi, bu yazıyı okuyanlar varsa, bazıları, “adam dişinden tırnağından arttırıp bir araba sahibi olmuş, çok mu? Senin gibi ukala dümbeleğinin başka işi yok mu?” Ya da “Senin araban yok tabii, konuşması kolay” diyeceklerdir; hepsi doğru valla. Ama ne var ki, ben bu verdiğim örnekte ve benzeri durumlarda, salt araba sevgisinin, ona iyi bakma, koruyup kollama dürtüsünün çok ötesinde başka şeyler olduğunu düşünmüşümdür hep. Eşyaya tapınma, bir fetişistlik hâli gibi.
Bir de trafikte yaşanan o erkeksi dalaşmaların namus meselesine dönüştüğü anlar vardır ya hani, “Sen benim arabama nasıl yol vermezsin lan?” “Sen benim arabamı nasıl sollarsın ayı?” “Yani memur bey bana küfür etmesi bir şey değil de, ‘okarım arabana’ deyince dayanamayıp patlattım bir tane”
Bu da böyle bir tatil geyiği işte!
Yanıt Yazınız