Av. Ece Özsaraç Yazdı; Yolunu Kaybetmiş Bir Tembel Öfke Ve Öfkenin Yol Açtıkları

YOLUNU KAYBETMİŞ BİR TEMBEL ÖFKE VE ÖFKENİN YOL AÇTIKLARI

Göçmenlere Yönelik Ayrımcılık ve Nefret Söylemi

“Ağzımı açmama lüzum yok
Neyin şarkısını söyleyeyim ki?
Ben ki, hayat tarafından nefret edilen.
Söylemekle söylememek arasında fark yok”[1]

Uluslararası Göçmenler Günü (18 Aralık), dünya çapında göçmen haklarının tanınması ve göçmenlerin karşı karşıya olduğu sorunlarla ilgili farkındalık oluşturulması amacıyla, 2001 yılında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ve UNESCO Yürütme Kurulu’nda alınan karar ile ilan edildi. Farkındalık çalışmaları kapsamında bir yazı yazmam istendiğinde, konuyu seçmem zor olmadı. Nitekim, aynı hafta içinde, İzmir’de, üç Suriye uyruklu işçinin kaldıkları konteynırda uyurken, nefret saikiyle yakılarak öldürüldükleri haberini ve katilin cinayeti görev bilinciyle tasarladığı ve işlediği haberini almıştım.[2]

Uyurken kaldıkları konteynerde katledilen Suriye uyruklu işçiler

Dost meclislerinde herkesin kendini gururla göçmen olarak tanıttığı bir ülkede, göçmenler nasıl oldu da tüm kötülüklerin sorumlusu oldu? Konuya ilişkin anahtar kelime olan “hak temelli” yaklaşımdan ve hukuki dayanaktan uzak olmakla birlikte, “misafir” atfı toplumda nasıl çığırtkan bir “defol”a dönüştü?

Türkiye’de ayrımcılık ve nefret suçlarıyla ilgili hukuki çerçeveye kısaca bakalım…

Anayasa, Türkiye’nin tarafı olduğu ve Anayasa madde 90 uyarınca doğrudan iç hukuk hükmünde -ve hatta temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda yasadan üstün- olan uluslararası sözleşmeler, mevzuat üzerinden gelişen içtihatlar ile ayrımcılık tanımı yapılmış, ifade özgürlüğü ile nefret söylemi arasındaki net sınır da tarihten alınan derslerden de yararlanılarak çizilmiştir.

Anayasa madde 10 herkesin eşit olduğunu ve Devlet’in bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğunu söyler. Maddenin gerekçesi konu bakımından önemlidir: “demokrasinin üç vazgeçilmez ilkesinin birini teşkil etmektedir. İnsanın insan olması dolayısıyla doğuştan bir değeri ve haysiyeti vardır. Bu onun tabi hakkıdır. Bu hak dolayısıyla herhangi bir niteliğe veya ölçüye dayanarak insanlar arasında ayrım yapılamaz.”

Ayrımcılık yasağı ayrıca Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, Birleşmiş Milletlerin İkiz Sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi ve genel ayrımcılık yasağını düzenleyen 12 No’lu Protokol’ün 1 No’lu maddesi ile de vurgulanmıştır. Sayısı artan hukuki korumalar, tarihsel bir ihtiyaca verilen önemli bir cevap olarak da okunabilir.

Ayrımcılık kapsamındaki en temel sınıflandırma doğrudan/dolaylı ayrımcılık olup doğrudan ayrımcılık kısaca; bir kişi veya grubun dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim vb. nedenlerden birine dayalı olarak farklı bir muameleye uğraması olarak tanımlanabilir.[3]

Dolaylı ayrımcılığa örnek olarak ise AİHM’in, D.H. ve Diğerleri / Çek Cumhuriyeti kararı – özel ihtiyaç sahibi çocukların genel eğitimden özel okullara aktarılmasına gerek olup olmadığını ölçen testlerin, pratikte Çek nüfusuna dayalı olarak tasarlanmış olması ve bu nedenle düşük performans gösteren Roman öğrencilerin %50 ila %90’ının genel eğitim sistemi dışında kalması – verilebilir.

İfade özgürlüğü ile nefret söylemi arasındaki ince ve çok kritik çizgiye dikkat çekilen kararlardan biri olan AİHM’in Féret/Belçika kararı ise; Belçika’daki Ulusal Cephe adlı partinin başkanı olan ve Parlamento üyesi olan başvurucunun, seçim kampanyaları sırasında “Sahte entegrasyon politikasını durdurun”, “Avrupalı olmayan iş arayanları eve gönderin” sloganları dahil olmak üzere çeşitli broşürler dağıtması üzerine, ırk ayrımcılığına kışkırtma sebebiyle mahkum edilmesini konu almaktadır. Başvurucu, AİHM’e mahkumiyet kararı nedeniyle ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla başvurmuş, AİHM ise, başvurucunun yorumlarının net bir şekilde yabancılar arasında, özellikle halktan daha az bilgiye sahip olan kişiler arasında güvensizlik, reddetme hatta nefret duygularını uyandırma eğiliminde olduğuna kanaat getirmiş, iletilen mesajın ağır bir yankılanma taşıdığının ve ırk ayrımcılığını kışkırttığının, bu nedenle ifade özgürlüğünün sağladığı hukuki korumadan yararlanılamayacağının altını çizmiştir.

Türk Ceza Kanunu madde 122’de düzenlenen “ayrımcılık ve nefret suçu”, 2014’te “nefret” saikinin başlığa eklenmesiyle güncel halini almış ve nefretin yöneldiği gruplar ile suç konusu eylemler maddede sınırlı olarak sayıldığından, pratikte işlemesi ve ispatı çok zor bir suç haline gelmiştir. Günümüzde avukatların TCK 122’nin kapsama alanını genişletmek için verdiği hukuk mücadelesi ve savcı ile hakimlerin TCK 122 kapsamındaki şikayetleri nasıl değerlendirdiği kritik önemdedir. Örneğin, tekerlekli sandalye kullanan bir engelli bireyin, kendisine kapıyı açmayan özel halk otobüsü şoföründen şikayetçi olduğu bir davada Yerel Mahkeme şoför hakkında ayrımcılık suçunu işlediği için 6 ay hapis cezası vermiş, Yargıtay ise 2014 değişikliğine atıf yaparak nefret saiki bulunmadığından kararı bozmuş ve şoför ceza almamıştır.

Yasal mücadelelerden bir diğeri ise geçtiğimiz ay çiçek açmış, 2017 yılında Ankara’da trans müşterilere “içeri giremezsiniz, patronun kesin emri var, travestilere servis açmıyoruz” diyerek müşterilerin hizmet almasını engelleyen Köroğlu İşkembecisi’nin işletmecisi ve şef garsonu hakkındaki TCK 122 yargılamasının mütalaası ve kararında transfobi nedeniyle ayrımcılık yapıldığı vurgulanmış ve sanıklara ceza verilmiştir.

Davanın avukatlarından Emrah Şahin, davanın, bireyleri haklarını arama konusunda cesaretlendirmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Burada çıkan kararın önemi, ayrımcılığa maruz kalan kişilerde, ‘Şikayetçi olursam, ceza aldırabilirim’ düşüncesi oluşturması ve haklarını aramalarını teşvik etmesi”[4] diyerek önemli bir konuya parmak basmıştır.

Göçmenlere yönelen nefret meselesine dönersek; yakın zamanda İzmir’deki Suriyeli mültecilerle yapılan bir anket çalışmasında, ankete katılan mültecilerin çoğunun ayrımcılık ve nefret söylemi ile sürekli karşılaştıklarını ve yarısından fazlasının, cesaretten ziyade kolektif bir öfke karşısında çoğunlukla çaresiz hissettiklerini görüyoruz.[5] Bu çaresizliğin yaratılmasında ve nefretin harlanmasında medyanın payı çok büyük.

Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler Toplumsal Kabul ve Uyum”[6] adlı kitabında da saptandığı üzere,

“hem ulusal hem de yerel gazetelerde mülteciler ya yoksullukları ve mağduriyetleriyle ya da suç kapsamındaki eylemleriyle yer bulabilmekte. Yani medya tarafından ‘bir yandan zavallı, güçsüz, problemli ve yoksul insanlar; diğer yandan … ülkeye maddi yük ve sıkıntı veren insanlar olarak işlenmekte ve kamuoyu algısı da bu yönde şekillendirilmektedir.’

Aynı bulgulara yukarıda anılan İzmir çalışmasında da işaret edilmiş, Suriye savaşının ilk senelerinde medyanın da etkisiyle toplumsal yapıdaki genel eğilim geçicilik ve “misafirlik” üzerinden kurulurken ve ilk dönem haberlerinde “tarihi ve coğrafya birlikteliği” “dini ve insani motivasyon” vurguları yapılırken, sonradan bu algının değiştiği ve yerini “suç” “istihdam-ucuz emek” ve “ekonomik yük” gibi negatif algılara bıraktığı tespit edilmiştir.[7]

Hakan Ataman tarafından Hrant Dink Vakfı için hazırlanan “Yazılı Basında Ayrımcı Söylemler: Suriyeli Mülteciler” raporunda da, yazılı basındaki ayrımcı, dışlayıcı ve ötekileştirici söylemler titiz bir çalışma ile ele alınmış,  raporda özetle medyadaki “hak temelli bakış açısından yoksunluk” , “güvenlik endeksli bakış açısı” ve “haberlerin sosyal üretimi ve  medyanın ötekileştirici rolü” vurgulanmıştır.[8] Anılan çalışmalarda bahsi geçen manşetlere örnek olarak, “Arkadaş Misafirsen Misafirliğini Bil”, “Hatay’da ‘Karanlık’ Misafirler” “Hastaneler Suriyeli Teröristlerle Doldu”, “Azgın Mülteciyi Maaşa Bağlıyorlar”, “Yediler, İçtiler, Kudurdular” gibi başlıklar verilebilir.[9]

Göçmenlere ve mültecilere karşı işlenen suçlar ise kamuoyuna aynı ölçüde yansımamakta, ayrımcılık ve nefret söylemlerinin bu gruplar içinde iki kez mağdur edilen kadınlar, çocuklar, LGBTİ bireyler ve diğer gruplara yansımalarına da az sayıda örnek haricinde medyada genel olarak yer verilmemektedir. Siyasilerin ayrımcı söylem ve eylemlerine geçersek, ilk akla gelen Bolu Belediye Başkanı’nın açıklamaları ve Bolu Belediye Meclisi’nde yabancılara suyun dolarla satılacağını ve nikah ücretlerinin 100.000 TL olacağı yönünde karar alması olacaktır.[10]

İnsan hakları ve hukuk devleti odağından uzak bu tür söylem ve kararların sahadaki karşılığına baktığımızda ise iç içe geçen bu örgünün yol açtığı, dehşet verici bir tabloyla karşılaşıyoruz. Adana’da 17 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Ali El Hemdan’ın polis tarafından kalbinden vurulması, Ankara Altındağ’da Suriyeli mültecilerin evlerine ve işyerlerine yapılan toplu saldırılar, nefret saikiyle tasarlanan cinayetler ile uyurken yakılarak öldürülen Suriyeli işçiler… Tüm bu neden-sonuç ilişkilerinden bağımsız oldukları yanılgısı ile, tembel bir öfkeyi göçmenlere ve mültecilere yönelterek somutlaştırma kolaycılığında olan, bu tehlikeli yöneltmenin sonuçlarının farkında olmayan failler, ve neticede sürekli harlanan bir nefret dalgası… Bu dalgaya şahit olmak için özel çabaya gerek yok, maalesef dost meclislerindeki sohbetlere kadar sızmış durumda, ya da örneğin ekşi sözlük entrylerinde, kapkara bir renkte, karşımızda.

“Boya kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir kuş çizmemi istiyor benden
Kül rengine batırıyorum fırçayı[11]

Bu, yolunu kaybetmiş tembel öfkenin muhatabı olan insanlar ile konuşulduğunda sonuçlar yüzümüze çarpıyor. Altındağ saldırısı sonrası 12 yaşındaki Ahmet, 8 yıldır ayrımcılığa uğradığını, korkudan parka gidemediğini söylüyor ve haklı bir serzenişte bulunuyor: “Yeter artık biz de insanız. Irkçılık, ayrımcılık yapmayın. 12 yaşındayım 8 yıldır ayrımcılık görüyorum. Bana bunları yaşatandan hesap sorun, Suriye’yi bu hale getirenlerden hesap sorun. 12 yaşındaki çocuktan değil.”[12]

Komşusunun 6 yaşındaki çocuğunun kendisine “Ülkende niye savaşmadın” diye sorduğunu söyleyerek, sürekli maruz kaldığı ayrımcılığı söze döken bir çocuk, “bence insanların çoğu kötü, iyilerle ara sıra karşılaşıyorum” diyor mesela. Bolu’da yaşayan Afganistan uyruklu Zeynep Hanım, ayrımcılık ve nefret söylemleri yüzünden işten ayrılmak ve 10 yaşındaki oğlunu okuldan almak zorunda kalmasını şöyle anlatıyor: “Bana sınıf arkadaşlarının, ‘Seni öldürüp çöpe atarız’ dediğini söylemişti ama inanmamıştım. Hasta düştü de inandım. Öğretmeni sınıfta kaç kere, ‘Afganlar çok pis’, ‘Neden Türkiye’ye geldiniz’ gibi şeyler demiş. Bir gün, ‘Okula gitmeyeceğim bir daha’ dedi. Üzüntüden hasta oldu. Beş kilo verdi oğlum.”[13]

Oysaki Ahmet’in de çocuk aklı ve kalbiyle sezdiği gibi, “Biz gitsek her şey düzelecek mi? Düzelmez bence…”  Kendi korkumuza, çaresizliğimize, yorgunluğumuza bakıp çözümü sorunun gerçek kaynağında aramaktansa, tüm bu kaçılan duyguları bir öfke hamurunda yoğurup sorumluluğu “öteki” ne yıkmak en ilkel, tepkisel ve kolay olanı.

Şair güzel demiş, “sen kim olduğuna karar vermediğin zaman, senin kim olacağına başkaları karar verir”[14] diye. “Misafir” yerine “hak sahibi”ni, “yardım” yerine “dayanışma”yı ve öfkenin yerine tanışmayı koymak, nefret dalgasının gücünü kaybetmesi ve gerçeğin görünmesi için yeterli.

“Bu kafesi kıracağım gün
Bu kederi terk edeceğim
Hüzünlü şarkılar söyleyeceğim.
Cılız bir kavak değilim
Her rüzgarda sallanan.
Afgan kadınıyım ben,
anlam katan budur iniltime”[15]

Şarkılarımızın sesinin yükseldiği, çocukların pastel rengi boyalarla resimler boyayabildiği bir dünyada yan yana, yaşamı çoğaltmak dileğiyle…

Av. Ece Özsaraç


[1] Nadia Anjuman (Afgan şair)

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/35-gun-sonra-ortaya-cikti-suriyeli-uc-genci-yakarak-oldurduler-haber-1546399

[3] “Bireysek Başvuru Kararlarında Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik İlkesi” , Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan, Anayasa Yargısı 32  (2015) , s.240

[4] https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/254587-transfobik-isletmeciye-ayrimcilik-cezasi

[5] “Suriyeli Mültecilerin Ayrımcılık ve Nefret Söylemine Karşı Güçlendirilmesi Politika Belgesi” , İzmirde Suriyeli Mültecilerle Dayanışma Derneği, İzmir 2020 ( https://www.stgm.org.tr/sites/default/files/2020-12/suriyeli-multecilerin-ayrimcilik-ve-nefret-soylemine-karsi-guclendirilmesi-politika-belgesi.pdf)

[6] “Türkiye’deki Suriyeliler Toplumsal Kabul ve Uyum”, M.Murat Erdoğan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2018, s.148

[7] A.g.e. s.12

[8] https://hrantdink.org/attachments/article/394/Medyada-Nefret-Soylemi-Eylul-Aralik-2014.pdf

[9] Erdoğan, s.148-150

[10] https://m.bianet.org/bianet/nefret-soylemi/253725-bolu-da-yabancilara-su-dolarla-nikah-100-bin-tl

[11] Nizar Kabbanı (Suriyeli şair)

[12] https://www.evrensel.net/haber/440906/multeci-cocuk-12-yasindayim-8-yildir-ayrimcilik-goruyorum

[13] https://t24.com.tr/haber/bolu-da-multeciler-belediye-kararlarindan-sonra-ayrimcilik-artiyor,997444

[14] Nizar Kabbani

[15] Nadia Anjuman (şiirin devamı)

Hukuk Ötesi olarak Göçmen ve Mültecilerin dramını anlatan Mülteci Makamı isimli şarkıyı kıymetli meslektaşımız Av. Ece Özsaraç ‘ın yazısına ek olarak sizinle paylaşmak istedik. Ülkemizin yolunu kaybetmiş bu tembel öfkeden kurtulması dileği ile.