Neoliberalizm’in Otoriter Devleti Bölüm -2: Birleşik Krallık ve Türkiye Örnekleri
Yazı dizisinin ilk bölümünde yazı geneli için genel bir teorik çerçeve çizmeye çalışmıştım. Bu bölümde Birleşik Krallık ve Türkiye’deki neoliberalizm pratiklerini incelemeye çalışacağım.
Birleşik Krallık’ta Neoliberalizm
Margaret Thatcher 1979 yılında iktidara geldiğinde politik ajandasında piyasaya yönelik devlet müdahalesinin kaldırılması, daha serbest bir piyasa ekonomisine uygun maliye ve para politikalarının ihdas edilmesi, kamu sektörünün payının azaltılması, özelleştirme, sermayenin önündeki engellerin vergi indirimleriyle ve devletin vatandaşı piyasanın etkilerinden korumaya çalışan, işsizliği önlemeye yönelik politikalarının zayıflatılması vasıtasıyla ortadan kaldırılması yer alıyordu. Göreve geldiği dönemde, sosyal refah döneminin tam istihdam politikasının terk edilmesiyle işsizlik artarken Thatcher’ın karşısında bir işçi muhalefeti de yükseliyordu. Öyle ki İngiliz İşçi Partisi’nin 1979’da 1.3 milyon üyesi varken bu sayı 1981’de 2.5 milyona çıkmıştı bile. Bu muhalefetin sindirilmesi için Birleşik Krallık’ta o dönemde çok güçlü olan işçi sendikalarının gücünü sınırlamak, sosyalizmin örgütlülüğünü kırmak ve İşçi Partisi tarafından kontrol edilen yerel konseylerin yetkilerini ortadan kaldırmak elzemdi. Bu doğrultuda adım adım kanun değişiklikleri ve bütçe denetimleriyle bu örgütler üzerinde baskı kuruldu. Sempati grevleri yasaklandı, bazı kamu görevlilerinin sendikalara katılması engellendi, sendikalara bağış yapılması zorlaştırıldı. Yasadışı ilan edilen bir grev düzenlenmesi halinde düzenleyici sendikaların malvarlıklarına el konabileceğine dair bir kanun çıkarıldı, aynı şekilde işverene lokavt hakkı veren bir düzenleme de meclisten geçirildi. Çok güçlü bir sınıf mücadelesi geçmişi olan Birleşik Krallık’ta işçilere karşı açılan bu savaşın yürütülmesi elbette otoriter devleti çağırıyordu. Bu otoriter devletin oluşturulmasında üç “kriz” Thatcher tarafından özellikle kullanıldı: 1981 Madenci grevi, IRA eylemleri ve Falkland savaşı.
Bu krizler Thatcher’ın neoliberal politikalarıyla otoriter popülist Thatcherist retoriğin kolayca birleşebilmesini sağladı. Çift Uluslu Toplum (“Two Nations State”) olarak anılan bu retorik neoliberalizmin yarattığı gelir adaletsizliğinin sebep oldu huzursuzlukla mücadele için kullanıldı. Thatcher öncesi Muhafazakar retorik; ekonomik büyüme, tam istihdam ve artan refah yoluyla yoksulları toplumla bütünleştirme amacı güdüyordu. Oysa neoliberal retorik bu amacı açıkça reddetti. Ekonomik krizin güvenlik algısını besleyen etkilerini teşvik etmek için işsizlerin ve yeni ücretli yoksulların oluşturduğu alt sınıfı genişletti. Aynı zamanda sosyal refah devletini küçültmeyi amaçladı. Bu doğrultuda Thatcher’ın kullandığı üreticiler ve parazitler karşıtlığı, toplumu çalışkan ve makbul olanlar ile toplum düşmanı tembeller olarak ikiye bölmek için kullanıldı. Bu tembel toplum düşmanlarını genel anlamda şehirli yoksullar, farklı etnik gruplardan gelen vasıfsız işçiler oluşturmaktaydı.
“Çift Uluslu Toplum” yaklaşımı, daha fazla üretim için elverişli koşulları yaratmak için hem metalaştırmayı hem de marjinal veya marjinalize edilebilir gruplara zarar verdiği ölçüde daha fazla devlet müdahalesini gerektirmekteydi. Bu ihtiyaç kendisini Thatcherism’e atfedilen “Güçlü Devlet” kavramında buldu. Kanun ve düzene yapılan vurgu, devlet aygıtının güçlendirilmesi, gücün merkezileşerek yürütmede yoğunlaşması Thatcher döneminin ayırt edici yönlerindendir. Öyle ki, köklü ve güçlü bir parlamenter sistemin, bunun yanı sıra güçlü bakanlık kurumlarının olduğu Birleşik Krallık’ta Thatcher dönemi, bakanlıklara karşı başbakanın yürütmede tek başına üstünlüğünü simgeleyen, milletvekillerinin ve partilerin etkisiz hale getirildiği, Birleşik Krallık tipi KHK’lar ile yönetimin sağlandığı bir dönem olmuştur. Thatcher’ın bu yaklaşımının “başkanlık sistemine yakınsadığını” ve hatta “otoriter popülist” bir siyasete işaret ettiğini iddia edenler bulunmaktadır.[i] Bu durum, özellikle 1982 yılında Birleşik Krallık’ın Falkland Adalarında Arjantin’e karşı kazandığı savaş (kabinedeki bakanlıklarının görüşlerinin aksine savaşa girme kararı veren) Thatcher’ın popülaritesinin ve kamuoyu nezdindeki desteğinin artmasının ardından, 1983 yapılan seçimlerle birlikte Thatcherist “Güçlü Devlet”in sağlamlaşması sonucunu doğurmuştur. Thatcher, sendikaları güçsüzleştirmiş, yerel yönetim mekanizmasını parçalayarak yerel özerkliklere sınırlamalar getirmiş, (İşçi Partisi’nin güçlü olduğu) Londra merkezi hükümetini tamamen ortadan kaldırmış, eğitim, basın-yayın ve sanat kurumlarında atamalarla ve sermaye transferleriyle kadrolaşmıştır. Parlamentonun egemenliği; yasamadaki tüm inisiyatifi kullanabilen, tüm muhalefet partilerini tamamen görmezden gelen, siyasi izolasyon tehdidi yoluyla kendi destekçilerini kontrol eden yürütmenin egemenliğine kaybetmiştir.
Güçlenen merkezileşme eğilimiyle birlikte ayrıca polis yerel polis makamlarından daha fazla yetki ve özerklik elde etmiş, daha sık silahlı eylemlere başvurmuş ve önemli ideolojik rollere (örneğin okullarda ve etnik topluluklarda) verilmiştir. Merkezi hükümetin kamu görevlileri üzerindeki yetkileri artırılmıştır. Kolluk makamları güçlendirilirken, toplumda büyüyen sosyal kriz, daha fazla suça, daha fazla suç da Thatcher’ın sert politikalarıyla daha fazla cezalandırılmaya neden olmuştur. 1986 yılındaki Public Order Act (Kamu Düzeni Kanunu) ile birlikte kolluğun, bir kişinin niyetlerini olaydan önce yorumlamayı da içeren proaktif bir politika izlemesi gerektiği düzenlenmiştir. Bu durum, toplumun bazı kesimlerinin (siyahlar, latinolar vb.) risk yönetimi kapsamında ötekileştirilmesine, gettonun şehir hayatından dışlanmasına davetiye çıkarmıştır.[ii]
Yine Kamu Düzeni Kanunu ile, kolluğa belirli bir alanda yürüyüşleri üç aya kadar yasaklama yetkisi verilmiştir. Ayrıca bu kanuna dayanarak, gösterilerin; yer, süre ve katılımcı sayısı konusunda şerhler koyulabilmiştir. Bu yetkiler özellikle işçi grevlerine müdahalede çokça kullanılmıştır.
Thatcher dönemi 1990’da sona erse de, devlet ve meclis yapısındaki etkileri uzun yıllar devam etmiştir. Öyle ki, yıllar sonra Tony Blair liderliğinde iktidara gelen İşçi Partisi de Thatcherist ekonomi politikalarını devam ettirmiştir.
Türkiye’de Neoliberalizm
Türkiye’de neoliberalizm 24 Ocak (1980) kararları ile kurumsal olarak ithal ikameci ekonominin lağvedilerek serbest piyasanın önünün tamamen açılmasıyla etkisini hissettirmeye başlamıştır. 24 Ocak kararlarının alınmasından çok kısa bir süre sonra askeri darbe yapılmasıyla bu ekonomik sistem değişikliği ve buna bağlı olarak devletin dönüşümü güvence altına alınmıştır. Bütün bu dönüşüm hikayesinin dünyanın pek çok neoliberal ülkesinde yürütmenin güçlendirilmesi, ceza politikalarının sertleşmesi ve kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin artırılması ile gerçekleştirildiğini önceki bölümlerde tekrar tekrar söylemiş ve örneklemiştim. Türkiye’yi batıdaki birçok örneğinden ayıran, buna karşılık örneğin Güney Amerika’daki birçok örnekle ortaklaştıran devlette yaşanan dönüşümün gerçekleştirilmesi için askeri darbelere ihtiyaç duyulması olmuştur.
Tarihi 12 Mart 1971’e geri sardığımızda, neoliberalizm öncesi küresel piyasalarla bütünleşme sürecini kuracak dönüşümün başlatılması için ihtiyaç duyulan güçlü yürütmenin, daha 1971’de yapılan askeri darbenin ardından gerçekleştiren anayasa değişikliğiyle sağlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Darbenin ardından 1972 ve 1976 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle; ordu üzerindeki yargısal denetim hafifletilmiş, Anayasa Mahkemesi denetimi sadece şekli boyuta indirgenerek yargı erki diğerlerinin karşısında güç kaybetmiş, küçük partilerin anayasa mahkemesine başvuru yapabilmesinin önünün kapatılmasıyla meclis partileri güç kaybetmiş, memurlara sendika kurma ve sendikaya üye olma yasağı getirilmesiyle emek hareketlerine ket vurulmuştur. Yapılan değişikliklerden biri de KHK kurumunun anayasaya eklenmesidir. KHK’nın anayasaya eklenmesinin en önemli nedenlerinden biri olarak özellikle “kriz durumlarında” yürütme tarafından hızlı karar alınabilmesinin gösterildiği düşünülürse, bu durum yazının ilk bölümünde bahsedilen kriz halinde ortaya çıkan yürütmeyi tekleştirici pratiklerin bir örneğini göstermektedir. Bununla birlikte çıkarılan ilk KHK’nın “Geliştirilecek Haşhaş İkame Bölgesi Teşkilatında Görevlendirilecek Olan Devlet Memurları” ile ilgili olması, amacın sadece kriz durumlarıyla sınırlanmadığını veyahut daha önemlisi kriz durumunun genelleştirildiği ve olağanlaştırıldığını göstermesi açısından önem taşır.
1972’den 1980’e kadar çıkarılan 34 KHK’dan 18’i kamu personeliyle, 15’i ekonomiyle, 1’i ise basın-yayın ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında güçlenen yürütmenin, KHK’lar aracılığıyla devleti dönüştürmek üzere ekonomiyle birlikte öncelikle kamu personel rejimini hedef aldığını görmekteyiz. Poulantzas, devletin dönüşümünde kamu personel rejiminin önemini çok güzel özetlemiştir. Poulantzas’a göre:
“Otoriterliğin inşa edicisi olan egemen, idarenin yüksek kesimlerini önce ele geçirmekte sonra buralarda kadrolaşarak kumanda görevlerini tekeline almakta, karşı çıkanları dışlamakta ya da kızağa çekmekte, memur alımındaki olağan-geleneksel aşamaları-düzeni bozmakta, devlet kurumlarını en iyi bir biçimde etkiyebilecek stratejiler ortaya koymaktadır. Bu şekilde bürokrasinin-idarenin üst kademeleri ele geçirildikçe, bürokrasi hegemonyanın örgütlenmesi görevini, rolünü ve işlevini üstlenir hale gelmektedir. Bu durum ise artık idari kararlar ile siyasi kararlar arasında ayrım olduğu (hükümet-devlet ayrımı) yönündeki ve bürokrasinin yani memurun tarafsız olması ve kanunlara göre hareket etmesi gerektiği yönündeki genel kabulleri kurmaca haline getirmektedir. İdarenin siyasileşmesine bağlı olarak egemen, güvenilir adamlarını devlet teşkilatına yönlendirir ve bu duruma bağlı olarak idare ve egemen parti arasında karşılıklı bir etkileşim, değişim ve dönüşüm gerçekleşir ve bunun da sonucunda egemen partinin yönetim çevreleri ve hükümet giderek kamusal işlevlerle özdeşleşir hale gelir.”[iii]
Kamu personeli rejiminin KHK’lar aracılığıyla düzenlenmesi, hukuki rejimden siyasi rejime geçildiğinin bir göstergesidir. Bu durum memurun hukuki güvenceden yoksun kalmasına yol açarken, güvencesizlik hali memurun siyasal iktidara göre hareket etmesini dayatmaktadır. Ayrıca tarafsız kamu görevlisi anlayışının KHK’larla fiilen ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, kamu görevlilerinin siyasal iktidarın hegemonyası altına girmesine ve daha sonraki süreçte Poulantzas’ın da belirttiği gibi bizatihi kendisinin de bir hegemonya aracı haline gelmesine neden olabilmektedir.[iv] Günümüze kadar devam eden süreçte kamu personeli rejimi iktidarlar tarafından aynı şekilde kullanılmaktadır. Her ne kadar Poulantzas “egemen parti” terimini kullanmış olsa da, bunun egemen parti içerisinde tek adamlaşmış bir otoritenin belirleyiciliğini de dışlamadığını belirtmek gerekir. Bu durumlarda egemen partiye aidiyet değil, egemene sadakat kamu personeli rejimi açısından esas kural haline gelir. 2018 sonrası Türkiyesinde çeşitli kamu kurumlarına yapılan atamalar bunun iyi bir örneğini oluşturmaktadır.
Türkiye’de bölüşüm ilişkileri 1977 yılından itibaren, bütünleşmeye çalıştığı küresel piyasaların içine girdiği krizden etkilenerek bir dönüşüm sürecine girmiştir. Artan şiddet olayları, süregiden ekonomik kriz ve siyasal istikrarsızlık toplumsal çatışmanın derinleşmesine neden olmuş; bu ortamda emekçilerin ve sermayenin talepleri arasındaki çelişkiler artmış ve bu kesimlerin talepleri karşılıksız kalmış, nihayetinde süreç emekçilerin aleyhine ilerlemiştir. Bu da askeri darbe ortamında devreye sokulan neoliberal politikalarla, emekçilerin kazanımlarının ordunun garantörlüğünde budanmasıyla gerçekleştirilmiştir.[v] Angın’ın betimlemesiyle; “Gelinen noktada emek-sermaye ilişkisi yeni bir toplumsal formasyonda, yeni bir model içinde yeniden dizayn edilmesi zorunluluğu doğmuş, dizaynın manifestosu 24 Ocak kararları, garantörü ise 12 Eylül askeri darbesi olmuştur.”[vi] Bir tarafta güçlenen yürütme, öte tarafta onun devlette yarattığı dönüşümün koruyucusu olan ordu 80’li yıllardaki paradigma değişimini yürüten güçler olmuşlardır.
Özal’ın göreve geldiği 1983 yılından cumhurbaşkanı olduğu 89 yılına kadar çıkarılan yüzlerce KHK ile devletin ve personelinin dönüşümü sağlanmış, devlet Özal’ın da deyimiyle “şirket gibi” yönetilmeye başlanmış, personel rejimi de buna göre düzenlenmiştir. Devlet, sosyal alanlardan elini çekerek şirketlerin, vakıfların ve cemaatlerin hayır hasenat işleriyle kendilerine meşruiyet yaratacakları ve mürit bulacakları bir alanı boş bırakmıştır.
Özal döneminin ardından 90’lı yıllar iki kutuplu dünya SSCB’nin yıkılmasıyla ortadan kalksa da neoliberalizmi benimseyen ülkelerin bir bir krize girdiği bir döneme sahne olmuştur. 90’lı yıllarda çıkarılan birçok KHK ile yetki ve görevlerin yürütmeye aktarılması ve oluşturulan yeni teşkilatların doğrudan yürütmeye bağlanması yoluyla sürekli olarak yürütme erki güçlendirilmiştir. Neoliberalizmin yaşadığı krizlere rağmen 90’lı yıllarda nispeten sürdürülebilir olan neoliberal hegemonya bunalımı 2000 başındaki krizlerle birlikte sürdürülemez hale gelmiştir. Mevcut siyasal partilerin toplum nezdinde bir temsil krizine girmesi, buna karşılık müesses partilerin sorunları çözmek için umut vaat eden yeni politikalar oluşturamamaları ve en nihayetinde aynılaşmaları, bununla bağlantılı olarak kitlelerin halihazırdaki partilere ve onların ideolojilerine güvenlerinin kalmaması, otoriter neoliberalizm bahsinde konuştuğumuz şekilde ve Türkiye örneğinde darbelerin katkısıyla katılım mekanizmalarının daraltılması, ve elbette toplumun geniş kesiminin hayat standartlarının düşmesi, işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik ve bütün bunların yarattığı meşruiyet krizi neoliberal hegemonyayı temsil eden siyasi aktörlerin görev değişimi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.[vii] İşte AKP’nin ortaya çıkış hikayesi burada yatmaktadır.
Bütün bu yakın çağ Türkiye tarihi anlatısında gösterildiği üzere, AKP iktidara geldiğinde halihazırda ordu ile yürütmenin el ele verdiği bir çeşit neoliberal otoriter devlet formasyonu bulunmaktadır. AKP bu formasyonu ortadan kaldırmak üzere değil, devlet kademelerine kendi kadrolarını yerleştirerek neoliberal hegemonyayı temsil eden aktör değişimi ihtiyacını karşılamak üzere iktidara gelmiştir. Dolayısıyla AKP’nin hegemonik projesi her zaman otoriterdi diyebiliriz. Bu doğrultuda AKP, Türkiye’nin sağ muhafazakar geleneğinden miras aldığı çoğunlukçu demokrasi anlayışını kuruluşundan itibaren sürdürmüştür.[viii]
Akça’nın anlatımıyla; “AKP iktidara geldiğinde 20 yıllık neoliberal yeniden yapılanma, işçilerin sendikalar veya sol partiler aracılığıyla örgütlenme gücünü ve işçi hareketinin dönüştürücü kapasitesini halihazırda baltalamıştı. Neoliberal reformların neden olduğu kurumsal değişiklikler, sendikaların (ve diğer işçi örgütlerinin) üye sayılarını ve toplum üzerindeki siyasi ve ideolojik etkilerini önemli ölçüde aşındırmıştı. AKP’nin neoliberal ve otoriter hegemonik projesini üzerine inşa ettiği bu toplumsal temel üzerinde yükselen AKP hükümetleri, işçi sınıfının geniş kesimlerinin desteğini; refah programlarının daha önce dışlanmış bireyleri kapsayacak şekilde genişletilmesi ve en temel sosyal koruma düzeylerini sağlamayı amaçlayan yeni yardım programlarının uygulanması, gelişen tüketici kredisi piyasası yoluyla düşük gelirli hanelerin finans sektörüne entegrasyonu ve alt sınıfların yaşam dünyasına başarıyla hitap eden sembolik/ideolojik kaynakların kullanımı yoluyla elde etti.”[ix] Böylece kendinden önceki dönemde oluşturulan neoliberal formasyonu daha da ileri taşıma görevini üstlenerek Batı nezdinde rıza üreten, yarattığı güçlü seçmen desteğiyle politikalarına meşruiyet sağlayan AKP’nin son dönemlerinde artık neoliberal dönüşümün halk üzerindeki yıkıcı etkilerini daha çarpıcı olarak deneyimlediğimiz apaçık ortada.
2010 referendumuna giden süreçte otoriter neoliberalizmin sacayaklarından birini teşkil eden ordunun tasfiyesinin ardından 2010 referandumuyla birlikte yargının yetkilerinin budanması ve yargı makamlarında iktidar partisinin kadrolaşmasının önünü açan değişiklikler yapılmasıyla neoliberal otoriter iktidarda ordunun görevini sivil yargı ve kolluk kuvvetleri almıştır. AKP bu kurumları, devlet aygıtı üzerinde egemenlik kurmak için yeniden yapılandırdığı için sivilleşme süreci Türkiye’de devletin demokratikleşmesini sağlamamıştır.
AKP’nin ilk döneminde otoriter devletin yürütmesi kendisini torba yasalarla gösteriyordu. Torba yasa, birbiri ile konu yönünden ilgisi olmayan kanunlarla çok fazla sayıda değişiklikler yapan, olağan komisyon sürecini atlatma amacı güden; genellikle amaç, kapsam, temel ilkeler gibi bölümleri bulunmayan kanunlar oldukları için bir meclis eylemi gibi görünmekle birlikte yürütmenin asıl etkili organ olduğu bir kanun yapma sürecidir. Yürütmenin etkisinin artmasıyla, torba yasalı yasama, uygun koşulları bulduğu ilk anda yürütme KHK’larına görevi devretmiştir.
2010 referandumunun ardından elde edilen güce karşılık iktidar bloku içerisindeki çatışmalar şiddetlenmesiyle birlikte darbe girişimine kadar olan süreçte AKP için devlet üzerindeki kontrol daha da hayati hale gelmiştir. Bu dönemde AKP’nin ilk KHK’larını çıkararak yürütmenin meclis üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesi bu nedenle şaşırtıcı değildir. 2016’daki darbe girişiminin ardından ise aslında sadece OHAL nedenini oluşturan konularda çıkarılması gereken OHAL KHK’larıyla[x] yargılama sürecinde, yüksek yargı dahil olmak üzere yargı çevrelerinde personel rejimi ve teşkilatlanmanın yanı sıra işleyiş, yetki, sorumluluk konularında birçok önemli düzenleme yapılmıştır. Doğrudan kanunla düzenlenmesi gereken konular KHK’larla düzenlenerek meclis ikincil konuma düşmüştür. Bu nedenle yapılan düzenlemeler incelendiğinde KHK’larla yürütme erkininin, yasama ve yargı erklerini tali hale getirdiğini görmekteyiz.[xi]
OHAL döneminde, OHAL’in yürütme için sağladığı geniş yetkilerden faydalanılarak neoliberal piyasaları koruyucu ve destekleyici düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Bu dönemde ekonomi yönetimi merkezileştirilirken ekonomi alanında sermayenin kâr etmeye devam etmesi için özel önlemler alınmış, buna karşılık emekçilerin çıkarları göz ardı edilmiştir. Bu doğrultuda grev ertelemeleri ve işverenlere getirilen vergi afları bu dönemde alışılan idari işlemlerden olmuşlardır. Yani aslında kısaca neoliberal otoriter devlet tarihi misyonunu yerine getirerek özel sermayenin önünü açmıştır diyebiliriz.
2017 referandumu sonrasında ise devletteki bütün bu yürütmeyi güçlendirici eğilimin taçlandırılması Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş ile yaşanmıştır. Bu dönemin ardından Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ülke yönetiminde uyulacak temel normlar haline gelmiştir. Pandemi döneminin ardından ise “genelgeler rejimi” adını verebileceğimiz, müesses hukukun tamamen dışında bir rejim ortaya çıkmıştır.[xii]
AKP’nin Önlem Devleti
Otoriter devlet formasyonunun ele geçirilmesi ve büyütülmesi süreci sırasında AKP pek çok krizden faydalanmıştır. İktidara geldiği ilk dönemden itibaren orduyla arasındaki laiklik geriliminden faydalanan AKP, orduya karşı girişilen Balyoz ve Ergenekon süreçlerinin ardından “vatana ihanet” ve “darbecilik” söylemini oluşturmuş, daha sonra önce Kürt hareketiyle ardından cemaatle arasının bozulmasının ardından “terörizm” söylemini retoriğine yerleştirmiştir. Terörizm söylemi uyarınca iç düşman algısı canlandırılmış ve beslenmiş, temel hak ve özgürlükler ile Anayasa’da düzenlenmiş hukuki güvenceler “terörle mücadele” adı altında muhalefetin en sert şekilde bastırılması amacı doğrultusunda mahkemeler tarafından göz ardı edilmeye başlanmıştır. Öyle ki, Anayasaca kararları herkesi bağlayan merci olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına siyasi iktidarın onaylamadığı hallerde uyulmamakta, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları uygulanmamaktadır. Mahkeme kararlarının haricinde önlem devletinin varlığını gösteren diğer göstergeleri elbette kolluk kuvvetlerinin fiillerinde aramak gerekir. Kanunun belirlediği geniş sınırların da dışına çıkarak yapılan müdahaleler, aramalar, gözaltı sonrası insan hakları ihlalleri, sorumlu memurların cezalandırılmaması gibi uygulamalar bu duruma örnek verilebilir. Ayrıca son dönemde rastladığımız garip bir örnek olarak “ailelerin aranarak eylemlere katılan çocukları hakkında uyarılması” da tamamen hukuksuz bir önlem devleti yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’de önlem devleti pratiklerinin uygulanması için Birleşik Krallık ve Nazi Almanyası’ndakine benzer şekilde makbul vatandaş ve makbul olmayan vatandaş ayrımı yaratılmıştır. Gerek hukuki, gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda norm devletinin getirilerinden sadece makbul vatandaşlar yararlanabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki makbul vatandaşları “Müslümanlık, Türklük ve özel girişimcilik” üzerinden tanımlayabiliriz. Bu tanımın dışında kalan ve bu tanıma merkezden karşı çıkan vatandaşlar ise norm devletinin güvencesinden yararlanamayarak önlem devletinin güvensiz bölgesine itilmektedirler.
Otoriter devlet formasyonunun sivil idare tarafından ele geçirilmesi ve devlet formasyonunda ordunun karşısında kolluğun kuvvetlendirilmesinde, 2005’te Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu, 2006’da Terörle Mücadele Kanunu ve 2007’de Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan değişikliklerin önemli bir etkisi olmuştur. Yeni Ceza Kanunu’nda terör suçları, demokratik talepleri dahi engelleyebilecek şekilde yeniden tanımlanırken, siyasi protestolara yapılan müdahaleler ve protestoculara yapılan gözaltılardan aşina olduğumuz Sulh Ceza Hakimlikleri de 2014 yılında ihdas edilmiştir.[xiii] Akça’nın deyimiyle bu durum, “Süreklileşen bir istisna hali yaratan, polisin ve yargının bir ‘düşman’ ile muhatap olma fikriyle hareket etmesine izin veren bir ceza sistemi ortaya çıkmıştır. Terörle Mücadele Kanunu’ndaki terör ve terörist tanımları o kadar geniş bir şekilde tanımlanmıştır ki, çok çeşitli meseleler, aktörler ve eylemler, kasıtlı ve keyfi olarak terör veya teröristlerle bağlantılı olarak ele alınmaktadır.”[xiv] Bu da AKP’nin siyasi muhaliflerini “terörist” olarak suçlamasına izin vermiştir. Her devrin “iç düşman”ı olan sosyalistlerin ve Kürt hareketinin ardından Kemalistler ve sayılan gruplara dahil olmayan muhalifler de benzer şekilde “devlet düşmanı teröristler” olarak nitelenmiştir. Siyasi muhalefeti oluşturan unsurların sindirilmesinde oluşturulan yargı mekanizması ve kolluk gücü yoğun bir şekilde kullanılmıştır.
[i] Stanger, N., Charter 88 and the Bill of Rights, 29.09.2021 tarihinde https://journals.sagepub.com/doi/pdf/10.1080/03064229008534918 adresinden alındı.
[ii] Terrill, R. J., Margaret Thatcher’s Law and Order Agenda, The American Journal of Comparative Law, Vol:37, No:3
[iii] Poulantzas, N., Devlet, İktidar, Sosyalizm, (çev: T. Ilgaz), Epos Yayınları, Ankara, 2006
[iv] Angın, C., (2019) Türkiye’de Krizler, Kanun Hükmünde Kararnameler, Devletin Değişim-Dönüşümü, (Yayımlanmamış doktora tezi). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
[v] Angın, C., a.g.e.
[vi] Angın, C., a.g.e.
[vii] Angın, C., a.g.e.
[viii] Akça, İ. vd., Antinomies of Authoritarian Neoliberalism in Turkey: The Justice and Development Party Era, Tansel C. B. (Ed), States of Discipline: Authoritarian Neoliberalism and the Contested Reproduction of Capitalist Order içinde (s.189-210), Rowman & Littlefield International Ltd., Londra
[ix] Akça, İ. vd., a.g.e.
[x] OHAL KHK’larının AYM tarafından denetimi şekli denetim ile sınırlandığından ve Anayasa Mahkemesi bu konudaki içtihatlarını değiştirdiğinden OHAL KHK’ları denetlenememiştir.
[xi] Angın, C., a.g.e.
[xii] Genelgeler rejimiyle ilgili incelemem için bkz: https://ilerihaber.org/icerik/iktidarin-genelgeler-rejimi-bize-ne-anlatiyor-125897.html
[xiii] Akça İ. vd., a.g.e.
[xiv] Akça İ. vd., a.g.e.